Son dönemde sahipsiz hayvan ‘sorunu’ Türkiye’nin en önemli konuları arasına girmeyi yine başardı.
Öyle ki bu konu Gazze, Anayasa ve Ekonomik sorunların önüne geçmiş durumda. Gerçekten rahatsız olduğu için konuşan da var her zamanki gibi reklam yapmak adına ‘’beni de uyutun’’ diye saçmalayan da.
Aslında çözüm bu kadar uzun sürmeyecek ve ağızlara sakız olmayacak kadar basit ve kısa.
Önce bu konuda İslam, Selçuklu ve Osmanlı ne yapmış, hangi anlayışla bu konuya yaklaşmış ve ne olmuş da bu konu sorun haline gelmiş ona bakalım;
Yakın zamanda Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri araştırmaları yayınlandı .
Bu konuda Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanı Prof. Dr. Uğur Ünal, İslamiyet'in emir ve yasakları ile örf, adet ve geleneklerin hayvanlara zulmetmeyi yasakladığını vurguladı.
"Yaratılanı yaratandan ötürü sevme anlayışı her daim Osmanlı toplumunun hâkim paradigması olmuştur. Osmanlı Devleti, kendi ülkesinde birlikte yaşadığı diğer canlıların bir hukuku olduğunu kabul etmiş ve buna da sonuna kadar riayet etmeyi bilmiştir." Analizi çok kıymetlidir.
Yine Türk İslam medeniyetinin izlerini sürmek üzere bu topraklara gelen seyyahlar ve oryantalistler olmuştur. Kendi ülkelerinde görmedikleri ilginç hayat tarzı karşısında şaşkınlıklarını gizleyememiş, karşılaştıkları manzaraları çoğu zaman akıl dışı ve anlamsız bulmuşlardır. İzlenimlerini ifade ederken şaşırtıcı tasvirler kullanmışlardır. Fransız edibi Alphonse de Lamartine 1833 yılında geldiği İstanbul’daki izlenimlerinden bahsederken Türklerin tabiata bakışını şöyle ifade edecektir:
“Türkler canlı cansız bütün yaratıklarla barış içinde yaşıyor. İster ağaçlar, ister kuşlar ya da köpekler olsun, Tanrı’nın yarattığı her şeye saygı gösteriyorlar. Hayırseverlikleri bizde terk edilen ya da zulüm gören bu zavallı türleri de kucaklıyor.”
Eski ve yeni Türkiye’nin dostu olarak bilinen Fransız yazar Claude Farrere’ın İstanbul’daki şu hatırası, sanırım Müslüman Türklerin yani bizim hayvanlara yaklaşımımız hakkında bir fikir verecektir:
“Kruvazörümüzün sandalı rıhtımdaydı. İçinde gemiye dönmek üzere olan üç subaydık. Tam rıhtımdan ayrılmak üzereyken, nereden çıktıysa, bir tekir kedi peyda oluverdi. Sandalımıza yaklaştı, kürekleri koklamaya başladı. Arkadaşlardan biri:
- Hele bak, dedi, bir Türk kedisi! Evet, bizden korkmadığına göre hiç şüphesiz bir Türk kedisiydi. İstanbul’un kedileri çok bariz şekilde ikiye ayrılır: Müslüman mahallelerinde yaşayan Türk kedileri -bu mahallelerde herkes hayvanlara karşı daima iyi davranır- ve Rum yahut Ermeni kedileri; bunlar reaya mahallelerinde yaşar, buralardaki Doğu Hıristiyanları, Gregoryenler yahut Ortodokslar zayıf olan her şeye karşı zalimce davranırlar. Bu mahallelerde yaşayan kediler, daha insan yüzü görür görmez selameti kaçmakta bulur. Tophane’deki tekir kedi, bir Türk kedisiydi”.
Fakat ‘Batı’nın lütfuyla Modernleşmemizle birlikte bu konuya bakış açımızda değişim göstermiştir.
Özellikle ittihat ve terakki dönemiyle başlayan dönem “Üç Paşalar Dönemi” olarak anılır. Esas itibariyle Enver, Talat ve Cemal Paşaların siyaset etme tarzıyla şekillenen yönetim anlayışının 600 yıllık Osmanlı devlet hayatında ve toplumsal düzeninde ciddi kırılmalara neden olduğu açıktır.
Dr. Abdullah Cevdet’in sürgünde kaleme aldığı 16 sayfalık İstanbul’da Köpekler isimli kitabı, İttihad ve Terakki yönetiminin sokak hayvanlarına yaklaşımını belirlemesi bakımdan önem arz eder.
İttihatçıların Batıcı kanadını temsil eden Cevdet’e göre sokaklarda köpeklere yer yoktur. “Ses ve görüntü kirliliğiyle medeni dünyanın yüzüne nasıl bakarız?” diye sorar ve sokaklarda yaşayan hayvanatın Batıda olduğu gibi itlaf telef edilmesi gerektiğini savunur. Yerli Müslüman halkın hayvanlarla kurduğu merhamete dayanan ilişkiyi ise hayal ve batıl inanç olarak değerlendirir.
İşin özeti sahipsiz hayvanlara bakış açımız medeniyetimize bakış açımızı ortaya koyacaktır. Ve dahi çözüm de yine kendi medeniyetimizin özündedir.
Sokaklarda aç susuz yok olmak onların suçu değil. Ya insanlık olarak bizim suçumuzdur ya da bozulan insanlık değerlerini sırf BATILILAŞMAK adına ayağa kaldıramayan Devlet’in suçudur.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Av. Ertuğrul Akar
SAHİPSİZ OLAN HAYVANLAR MI İNSANLIK MI?
Son dönemde sahipsiz hayvan ‘sorunu’ Türkiye’nin en önemli konuları arasına girmeyi yine başardı.
Öyle ki bu konu Gazze, Anayasa ve Ekonomik sorunların önüne geçmiş durumda. Gerçekten rahatsız olduğu için konuşan da var her zamanki gibi reklam yapmak adına ‘’beni de uyutun’’ diye saçmalayan da.
Aslında çözüm bu kadar uzun sürmeyecek ve ağızlara sakız olmayacak kadar basit ve kısa.
Önce bu konuda İslam, Selçuklu ve Osmanlı ne yapmış, hangi anlayışla bu konuya yaklaşmış ve ne olmuş da bu konu sorun haline gelmiş ona bakalım;
Yakın zamanda Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri araştırmaları yayınlandı .
Bu konuda Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanı Prof. Dr. Uğur Ünal, İslamiyet'in emir ve yasakları ile örf, adet ve geleneklerin hayvanlara zulmetmeyi yasakladığını vurguladı.
"Yaratılanı yaratandan ötürü sevme anlayışı her daim Osmanlı toplumunun hâkim paradigması olmuştur. Osmanlı Devleti, kendi ülkesinde birlikte yaşadığı diğer canlıların bir hukuku olduğunu kabul etmiş ve buna da sonuna kadar riayet etmeyi bilmiştir." Analizi çok kıymetlidir.
Yine Türk İslam medeniyetinin izlerini sürmek üzere bu topraklara gelen seyyahlar ve oryantalistler olmuştur. Kendi ülkelerinde görmedikleri ilginç hayat tarzı karşısında şaşkınlıklarını gizleyememiş, karşılaştıkları manzaraları çoğu zaman akıl dışı ve anlamsız bulmuşlardır. İzlenimlerini ifade ederken şaşırtıcı tasvirler kullanmışlardır. Fransız edibi Alphonse de Lamartine 1833 yılında geldiği İstanbul’daki izlenimlerinden bahsederken Türklerin tabiata bakışını şöyle ifade edecektir:
“Türkler canlı cansız bütün yaratıklarla barış içinde yaşıyor. İster ağaçlar, ister kuşlar ya da köpekler olsun, Tanrı’nın yarattığı her şeye saygı gösteriyorlar. Hayırseverlikleri bizde terk edilen ya da zulüm gören bu zavallı türleri de kucaklıyor.”
Eski ve yeni Türkiye’nin dostu olarak bilinen Fransız yazar Claude Farrere’ın İstanbul’daki şu hatırası, sanırım Müslüman Türklerin yani bizim hayvanlara yaklaşımımız hakkında bir fikir verecektir:
“Kruvazörümüzün sandalı rıhtımdaydı. İçinde gemiye dönmek üzere olan üç subaydık. Tam rıhtımdan ayrılmak üzereyken, nereden çıktıysa, bir tekir kedi peyda oluverdi. Sandalımıza yaklaştı, kürekleri koklamaya başladı. Arkadaşlardan biri:
- Hele bak, dedi, bir Türk kedisi! Evet, bizden korkmadığına göre hiç şüphesiz bir Türk kedisiydi. İstanbul’un kedileri çok bariz şekilde ikiye ayrılır: Müslüman mahallelerinde yaşayan Türk kedileri -bu mahallelerde herkes hayvanlara karşı daima iyi davranır- ve Rum yahut Ermeni kedileri; bunlar reaya mahallelerinde yaşar, buralardaki Doğu Hıristiyanları, Gregoryenler yahut Ortodokslar zayıf olan her şeye karşı zalimce davranırlar. Bu mahallelerde yaşayan kediler, daha insan yüzü görür görmez selameti kaçmakta bulur. Tophane’deki tekir kedi, bir Türk kedisiydi”.
Fakat ‘Batı’nın lütfuyla Modernleşmemizle birlikte bu konuya bakış açımızda değişim göstermiştir.
Özellikle ittihat ve terakki dönemiyle başlayan dönem “Üç Paşalar Dönemi” olarak anılır. Esas itibariyle Enver, Talat ve Cemal Paşaların siyaset etme tarzıyla şekillenen yönetim anlayışının 600 yıllık Osmanlı devlet hayatında ve toplumsal düzeninde ciddi kırılmalara neden olduğu açıktır.
Dr. Abdullah Cevdet’in sürgünde kaleme aldığı 16 sayfalık İstanbul’da Köpekler isimli kitabı, İttihad ve Terakki yönetiminin sokak hayvanlarına yaklaşımını belirlemesi bakımdan önem arz eder.
İttihatçıların Batıcı kanadını temsil eden Cevdet’e göre sokaklarda köpeklere yer yoktur. “Ses ve görüntü kirliliğiyle medeni dünyanın yüzüne nasıl bakarız?” diye sorar ve sokaklarda yaşayan hayvanatın Batıda olduğu gibi itlaf telef edilmesi gerektiğini savunur. Yerli Müslüman halkın hayvanlarla kurduğu merhamete dayanan ilişkiyi ise hayal ve batıl inanç olarak değerlendirir.
İşin özeti sahipsiz hayvanlara bakış açımız medeniyetimize bakış açımızı ortaya koyacaktır. Ve dahi çözüm de yine kendi medeniyetimizin özündedir.
Sokaklarda aç susuz yok olmak onların suçu değil. Ya insanlık olarak bizim suçumuzdur ya da bozulan insanlık değerlerini sırf BATILILAŞMAK adına ayağa kaldıramayan Devlet’in suçudur.