Biz bir çağın içinden değil, bir çağın enkazının içinden konuşuyoruz. Dünya yer değiştirirken, güç merkezleri sessizce el değiştirirken, haritalar silgiyle değil algoritmayla yeniden çizilirken; Türk aydını hâlâ İkinci Dünya Savaşı’nın tortularıyla oyalanıyor. Sağ diyor, sol diyor, liberal diyor, İslamcı diyor, muhafazakâr diyor… Etiketler çoğalıyor, idrak derinleşmiyor. Münakaşa var ama tefekkür yok; gürültü var ama istikamet yok…
Oysa çağ, ideolojilerle konuşmuyor artık. Çağ, yapılarla, mekanizmalarla, teknolojilerle, sessiz tahakkümlerle ilerliyor. Kurulmakta olan Yeni Dünya Düzeni, eski kavramların hepsini bir kenara itiyor; sağın da solun da üzerinden, tereddütsüz bir şekilde buldozer gibi geçip gidiyor. Biz hâlâ gölgelerle kavga ederken, gövde çoktan başka bir yere yürüdü…
Asıl çöküş burada başladı. Büyük mütefekkirlerini, feraset sahibi öncülerini, medeniyet hafızasını kaybeden bir aydın geleneği; zamanla gürültülü ama sığ bir kalabalığa dönüştü. Düşüncenin yerini slogan, bilginin yerini cehalet, cesaretin yerini konfor aldı. Aydın, artık hakikatin izini süren bir yolcu değil; tribünlere oynayan bir konuşmacı hâline geldi. Düşünmek yerine tepki veriyor, anlamak yerine saf tutuyor, susması gereken yerde bağırıyor…
Bugün “Yeni Dünya Düzeni” denilen şey, bir yönetim projesinden çok daha fazlasıdır. Bu, insanı merkeze almayan; tam tersine insanı yönetilebilir, korkutulabilir, tüketilebilir bir varlığa indirgeyen küresel bir tertiptir. Barış, güvenlik ve refah kelimeleriyle süslenmiş bir dil kullanır; fakat geride bıraktığı manzara daha fazla savaş, daha derin yoksulluk ve daha örgütlü bir korkudur. Devletler karar vermez, onaylar. Siyaset üretmez, uygular. İnsan ise özne olmaktan çıkar, veri hâline gelir.
Bu düzenin ideolojisi yoktur; tekniği vardır. İnancı yoktur; algoritması vardır. Ahlâkı yoktur; verimlilik kriterleri vardır. Sermaye devletlerden, şirketler ordulardan, rakamlar insan hayatından daha kıymetlidir. Savaş artık cephede değil; ekranda, borsada, ambargo listelerinde yürütülüyor. Bir ülkeyi dize getirmek için tank gerekmez; döviz yeter, enerji yeter, teknoloji yeter, bilgi yeter…
En dehşet verici olan şudur: Bu çağda zulüm artık bir suç değildir; soğukkanlı bir prosedür hâline gelmiştir. Çocuklar ölür ve buna “operasyon” denir; şehirler haritadan silinir, adına “meşru savunma” denir; halklar açlığa mahkûm edilir, bu da “yaptırım” diye kayda geçirilir. Kelimeler kirlenir, hakikat boğulur, vicdan sistemli biçimde susturulur. Böylece mazlum bir tehdit olarak kodlanır; zalim ise düzenin bekçisi, hatta sigortası ilan edilir. Gazze’de yaşananlar, bu çağın ahlâkî iflasını bütün çıplaklığıyla gösteren en sarsıcı misaldir.
Türk aydını, bu büyük dil oyununu çözmek yerine çoğu zaman onun tercümanı olmayı seçti. Eleştirmesi gereken yerde tekrar etti, itiraz etmesi gereken yerde açıklama yaptı, direnmesi gereken yerde sustu. Kendi kavramlarını üretmeyen bir aydın, kaçınılmaz olarak başkalarının cümleleriyle düşünür. Başkalarının cümleleriyle düşünen biri ise, eninde sonunda başkalarının düzenine hizmet eder.
Üstelik bu tahakküm yalnız toprakları değil, ruhu da işgal etti. Hakikat yerini imgeler aldı. Düşünce, reflekslere; vicdan, öfkeye; irade, sürü psikolojisine dönüştü. Toplum çözülürken, kalabalıklar çoğaldı. İnsanlar anlam etrafında değil, korku etrafında birleşmeye başladı. Aydın, bu çözülüşü anlamaya çalışmak yerine çoğu zaman onun dilini konuşmayı tercih etti.
Dünya bu çok katmanlı krizlerin içinde savrulurken, ülkeler üç hâle büründü: sürüklenenler, teslim olanlar ve kaderine sahip çıkmaya çalışanlar. Türkiye, bu fırtınanın ortasında; terörle, ekonomik kuşatmalarla, diplomatik baskılarla ve içeriden üretilen istikrarsızlıklarla aynı anda yüzleşti. Bu süreçte, Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli liderliğinin; konfor alanlarını terk eden, bedel ödemeyi göze alan bir irade sergilediği inkâr edilemez. Savunma sanayisinden dış politikaya, terörle mücadeleden ekonomik alan açma çabalarına kadar atılan adımlar, bu iradenin izleridir.
Elbette eksikler, gecikmeler, zaaflar vardır. Kurumsal ve toplumsal çözülüşün zamanında fark edilememesi ciddi bir sorundur. Fakat asıl soru şudur: Bu tarihsel eşikte, Türk aydını neden bu iradeyi derinlikli biçimde okumak yerine, çoğu zaman küçümseyen, mesafeli ya da kayıtsız bir dil üretmiştir?
Çünkü Türk aydını ahlâkî itiraz kasını da yitirdi. Adalet bir ilke olmaktan çıkıp bir retoriğe, insan hakları evrensel bir değer olmaktan çıkıp seçici bir silaha dönüştüğünde; ontolojik bir itiraz yükseltemedi. Vicdanı kişisel hassasiyetlere, sorumluluğu bireysel psikolojiye hapsetti.
Bu Yeni Dünya Düzeni kendisini “kaçınılmaz” olarak sunuyor. Alternatif yok diyor. Oysa tarih, kendini mutlak sanan düzenlerin mezarlığıdır. Bugünkü düzenin farkı, yıkıcılığının küresel, çöküşünün ise topyekûn olacak olmasıdır. Çünkü bu sistem yalnız devletleri değil, insanın anlam duygusunu da tüketiyor.
Bugün yaşanan, yalnızca bir jeopolitik yeniden diziliş değildir. Bu, insanın değerle olan bağının koparılmasıdır. Dünya, bu kadar teknoloji üretirken bu kadar vicdansız; bu kadar malumata ulaşırken bu kadar bilinçsiz olmamıştır. Güç artmış, hikmet azalmıştır. İmkân çoğalmış, sorumluluk tükenmiştir.
Bu yüzden mesele reform değil, istikamet meselesidir. Sorun yöntemlerde değil, bizzat düzenin ruhundadır. Bu düzen adalet üretmez; çünkü onunla yaşar. Barış üretmez; çünkü çatışmayla beslenir. İnsanı yüceltmez; çünkü onu yönetilebilir bir nesne olarak görmek zorundadır.
Hasıl-ı kelâm, Yeni Dünya Düzeni’ne karşı sahici itiraz, siyasî reflekslerin çok ötesinde; ahlâkî ve ontolojik bir idrak meselesidir. Bu itiraz, sloganla değil, vicdanla; pozisyon alarak değil, hakikate yönelerek kurulabilir. Türk aydını yeniden ayağa kalkacaksa, önce bu düzenin dilinden, korkularından ve konforlu alışkanlıklarından kopmayı göze almak zorundadır. Olayları şahısların gölgesinde, gündelik vakıaların dar ufkunda değil; zamanın derin akışı, medeniyetin uzun hafızası ve insanın anlam arayışı içinde okumayı öğrenmelidir. Aksi hâlde tarih, onu bir fail olarak değil; satır aralarında anılan silik bir dipnot olarak kayda geçirecektir…
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Turan KIŞLAKÇI
Türk Aydınının Çöküşü
Biz bir çağın içinden değil, bir çağın enkazının içinden konuşuyoruz. Dünya yer değiştirirken, güç merkezleri sessizce el değiştirirken, haritalar silgiyle değil algoritmayla yeniden çizilirken; Türk aydını hâlâ İkinci Dünya Savaşı’nın tortularıyla oyalanıyor. Sağ diyor, sol diyor, liberal diyor, İslamcı diyor, muhafazakâr diyor… Etiketler çoğalıyor, idrak derinleşmiyor. Münakaşa var ama tefekkür yok; gürültü var ama istikamet yok…
Oysa çağ, ideolojilerle konuşmuyor artık. Çağ, yapılarla, mekanizmalarla, teknolojilerle, sessiz tahakkümlerle ilerliyor. Kurulmakta olan Yeni Dünya Düzeni, eski kavramların hepsini bir kenara itiyor; sağın da solun da üzerinden, tereddütsüz bir şekilde buldozer gibi geçip gidiyor. Biz hâlâ gölgelerle kavga ederken, gövde çoktan başka bir yere yürüdü…
Asıl çöküş burada başladı. Büyük mütefekkirlerini, feraset sahibi öncülerini, medeniyet hafızasını kaybeden bir aydın geleneği; zamanla gürültülü ama sığ bir kalabalığa dönüştü. Düşüncenin yerini slogan, bilginin yerini cehalet, cesaretin yerini konfor aldı. Aydın, artık hakikatin izini süren bir yolcu değil; tribünlere oynayan bir konuşmacı hâline geldi. Düşünmek yerine tepki veriyor, anlamak yerine saf tutuyor, susması gereken yerde bağırıyor…
Bugün “Yeni Dünya Düzeni” denilen şey, bir yönetim projesinden çok daha fazlasıdır. Bu, insanı merkeze almayan; tam tersine insanı yönetilebilir, korkutulabilir, tüketilebilir bir varlığa indirgeyen küresel bir tertiptir. Barış, güvenlik ve refah kelimeleriyle süslenmiş bir dil kullanır; fakat geride bıraktığı manzara daha fazla savaş, daha derin yoksulluk ve daha örgütlü bir korkudur. Devletler karar vermez, onaylar. Siyaset üretmez, uygular. İnsan ise özne olmaktan çıkar, veri hâline gelir.
Bu düzenin ideolojisi yoktur; tekniği vardır. İnancı yoktur; algoritması vardır. Ahlâkı yoktur; verimlilik kriterleri vardır. Sermaye devletlerden, şirketler ordulardan, rakamlar insan hayatından daha kıymetlidir. Savaş artık cephede değil; ekranda, borsada, ambargo listelerinde yürütülüyor. Bir ülkeyi dize getirmek için tank gerekmez; döviz yeter, enerji yeter, teknoloji yeter, bilgi yeter…
En dehşet verici olan şudur: Bu çağda zulüm artık bir suç değildir; soğukkanlı bir prosedür hâline gelmiştir. Çocuklar ölür ve buna “operasyon” denir; şehirler haritadan silinir, adına “meşru savunma” denir; halklar açlığa mahkûm edilir, bu da “yaptırım” diye kayda geçirilir. Kelimeler kirlenir, hakikat boğulur, vicdan sistemli biçimde susturulur. Böylece mazlum bir tehdit olarak kodlanır; zalim ise düzenin bekçisi, hatta sigortası ilan edilir. Gazze’de yaşananlar, bu çağın ahlâkî iflasını bütün çıplaklığıyla gösteren en sarsıcı misaldir.
Türk aydını, bu büyük dil oyununu çözmek yerine çoğu zaman onun tercümanı olmayı seçti. Eleştirmesi gereken yerde tekrar etti, itiraz etmesi gereken yerde açıklama yaptı, direnmesi gereken yerde sustu. Kendi kavramlarını üretmeyen bir aydın, kaçınılmaz olarak başkalarının cümleleriyle düşünür. Başkalarının cümleleriyle düşünen biri ise, eninde sonunda başkalarının düzenine hizmet eder.
Üstelik bu tahakküm yalnız toprakları değil, ruhu da işgal etti. Hakikat yerini imgeler aldı. Düşünce, reflekslere; vicdan, öfkeye; irade, sürü psikolojisine dönüştü. Toplum çözülürken, kalabalıklar çoğaldı. İnsanlar anlam etrafında değil, korku etrafında birleşmeye başladı. Aydın, bu çözülüşü anlamaya çalışmak yerine çoğu zaman onun dilini konuşmayı tercih etti.
Dünya bu çok katmanlı krizlerin içinde savrulurken, ülkeler üç hâle büründü: sürüklenenler, teslim olanlar ve kaderine sahip çıkmaya çalışanlar. Türkiye, bu fırtınanın ortasında; terörle, ekonomik kuşatmalarla, diplomatik baskılarla ve içeriden üretilen istikrarsızlıklarla aynı anda yüzleşti. Bu süreçte, Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli liderliğinin; konfor alanlarını terk eden, bedel ödemeyi göze alan bir irade sergilediği inkâr edilemez. Savunma sanayisinden dış politikaya, terörle mücadeleden ekonomik alan açma çabalarına kadar atılan adımlar, bu iradenin izleridir.
Elbette eksikler, gecikmeler, zaaflar vardır. Kurumsal ve toplumsal çözülüşün zamanında fark edilememesi ciddi bir sorundur. Fakat asıl soru şudur: Bu tarihsel eşikte, Türk aydını neden bu iradeyi derinlikli biçimde okumak yerine, çoğu zaman küçümseyen, mesafeli ya da kayıtsız bir dil üretmiştir?
Çünkü Türk aydını ahlâkî itiraz kasını da yitirdi. Adalet bir ilke olmaktan çıkıp bir retoriğe, insan hakları evrensel bir değer olmaktan çıkıp seçici bir silaha dönüştüğünde; ontolojik bir itiraz yükseltemedi. Vicdanı kişisel hassasiyetlere, sorumluluğu bireysel psikolojiye hapsetti.
Bu Yeni Dünya Düzeni kendisini “kaçınılmaz” olarak sunuyor. Alternatif yok diyor. Oysa tarih, kendini mutlak sanan düzenlerin mezarlığıdır. Bugünkü düzenin farkı, yıkıcılığının küresel, çöküşünün ise topyekûn olacak olmasıdır. Çünkü bu sistem yalnız devletleri değil, insanın anlam duygusunu da tüketiyor.
Bugün yaşanan, yalnızca bir jeopolitik yeniden diziliş değildir. Bu, insanın değerle olan bağının koparılmasıdır. Dünya, bu kadar teknoloji üretirken bu kadar vicdansız; bu kadar malumata ulaşırken bu kadar bilinçsiz olmamıştır. Güç artmış, hikmet azalmıştır. İmkân çoğalmış, sorumluluk tükenmiştir.
Bu yüzden mesele reform değil, istikamet meselesidir. Sorun yöntemlerde değil, bizzat düzenin ruhundadır. Bu düzen adalet üretmez; çünkü onunla yaşar. Barış üretmez; çünkü çatışmayla beslenir. İnsanı yüceltmez; çünkü onu yönetilebilir bir nesne olarak görmek zorundadır.
Hasıl-ı kelâm, Yeni Dünya Düzeni’ne karşı sahici itiraz, siyasî reflekslerin çok ötesinde; ahlâkî ve ontolojik bir idrak meselesidir. Bu itiraz, sloganla değil, vicdanla; pozisyon alarak değil, hakikate yönelerek kurulabilir. Türk aydını yeniden ayağa kalkacaksa, önce bu düzenin dilinden, korkularından ve konforlu alışkanlıklarından kopmayı göze almak zorundadır. Olayları şahısların gölgesinde, gündelik vakıaların dar ufkunda değil; zamanın derin akışı, medeniyetin uzun hafızası ve insanın anlam arayışı içinde okumayı öğrenmelidir. Aksi hâlde tarih, onu bir fail olarak değil; satır aralarında anılan silik bir dipnot olarak kayda geçirecektir…