Tarih, sadece geçmişin küf kokulu sayfalarında kalmış bir harita değildir. Tarih, bazen bir milletin damarlarında, bazen bir şehrin taşında, bazen de bir liderin dilinde yeniden dirilir. 11 Haziran 2025 günü Tel Aviv’den yankılanan bir cümle, bu gerçeği bir kez daha hatırlattı: İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei’nin İsrail ziyaretinde, hiç de kendisine sorulmamış bir meseleyi didikleyerek şunu söyledi: “Osmanlı İmparatorluğu geri dönmeyecek.”
Ne tuhaftır ki Osmanlı’nın torunları bu cümleyi kendinden işitmiyor da binlerce kilometre öteden, Kudüs’ün gölgesinde kendi iktidarını sürdürmeye çalışan bir İsrail Başbakanı’nın ağzından duyuyor. Sormazlar mı: Sana ne? Ne derdin var ki yüzyıllık bir haritayı diline dolayıp duruyorsun?
Bir an için bu cümleyi durdurup derin bir nefes almak gerek: Bir devlet başkanı, başka bir milletin geçmişine, hayaline, yürüyüşüne dair bu denli pervasız bir cümleyi neden kurar? Hele ki ne Osmanlı’nın topraklarında hüküm sürebilmiş ne de o medeniyetin ağır yükünü omuzlamış eli kanlı bir lider… Peki, Netanyahu bu sözleriyle gerçekte neyi hedefliyor?
Bir asırdır bitmeyen tartışmadır: Osmanlı’nın mirası nedir, bugünü nasıl şekillendirir? Bu soru, sadece akademik bir mesele değildir; bölgesel hesapların, küresel dengelerin, masa altına saklanan korkuların da cevabıdır. Netanyahu’nun dilinden dökülen “geri dönmeyecek” cümlesi, bir tarihi retorikten ibaret değildir. Bu cümle, Türkiye’nin bölgede yeniden bir çekim merkezi oluşuna, farklı etnik ve dini kimlikleri bir çatı altında toplama azmine, bin yıllık kardeşlik hukukuna yönelmiş bir uyarıdır aslında.
Çünkü Netanyahu bilir ki Türkiye, toprağından terörü söküp attıkça; bin bir hileyle birbirine düşürülmüş Türk’ü, Kürt’ü, Arap’ı yeniden omuz omuza getirdikçe; Kudüs ruhunu, Malazgirt azmini, Çanakkale direncini tazeledikçe bölgenin yazgısı değişir. Ve o değişim, nice küçük hesapların altını boşaltır, nice yapay sınırları anlamsızlaştırır.
Tam da Netanyahu’nun bu sözlerinin yankı bulduğu günlerde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, partisinin 32. İstişare ve Değerlendirme Toplantısı’nda milletin vicdanına ve tarihin kaydına geçecek şu cümleleri kurdu: “Bugün, yeni bir gündür. Bugün, tarihte yeni bir sayfa açılmıştır. Bugün, büyük Türkiye’nin, güçlü Türkiye’nin, Türkiye Yüzyılı’nın kapıları ardına kadar aralanmıştır.”
Netanyahu belki bilmez: Osmanlı bir imparatorluktu evet; ama ondan daha derin olan bir şey vardı: Onu ayakta tutan ruh. Bu topraklarda kimse Osmanlı’ya salt bir siyasi yapı olarak bakmaz. Çünkü Osmanlı, Selahaddin’in Kudüs fethinden, Malazgirt’in bereketli meydanından, Endülüs’ün yıkık avlularından süzülüp gelen bir kardeşlik aklıydı.
Büyük Türk mütefekkiri Cemil Meriç, bir keresinde şöyle der: “Tarih, gerçekte bir milletin hafızasıdır. Hafızasını kaybeden millet, kendini kaybeder.” Netanyahu’nun “geri dönmeyecek” dediği şey, gerçekte bu hafızadır. Oysa bu millet nice Moğol istilasından, Haçlı akınından, nice yedi düvel işgalinden çıktı; toprağını kaybetti ama hafızasını kaybetmedi. Çünkü bu millet bilir: Beden toprağa düşer de ruh hep ayağa kalkar.
Bugün Kudüs’te Mescid-i Aksa’nın avlusunda yürüyen bir ihtiyar Filistinli’nin dudaklarından dökülen dua, Erzurum’un bir dağ köyünde sabaha karşı açılan ellerden ayrı değildir. Selahaddin’in ordusunda omuz omuza savaşan Türk’ü, Kürt’ü, Arap’ı nasıl bir zincirin halkaları idiyse; bugün de bu coğrafya, o halkaları yeniden örüyor. Netanyahu’nun esas korkusu da budur: Kudüs’ten İstanbul’a, Halep’ten Saraybosna’ya kadar kardeşliğin zinciri yeniden tamamlanıyor.
Erdoğan’ın o tarihi konuşmasında söylediği “Kudüs İttifakı” ifadesi, yeni bir harita vaat etmiyor belki; ama eski haritaların çizdiği yapay sınırları manen aşacak bir ruh inşa ediyor. Ve ruhlar bir kez kenetlendi mi, ne tank ne top o birliği çözemiyor.
Bir milletin dirilişi, sadece şanlı zaferlerle değil; kendi hatalarıyla yüzleşmesiyle de mümkündür. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Terörsüz Türkiye” sözleri, işte bu yüzleşmenin işaretidir. Diyarbakır Cezaevi’nin utancı, Beyaz Torosların soğukluğu, faili meçhullerin gölgesi… Bu topraklarda nice çocuğun uykusunu böldü, nice annenin yüreğini parçaladı.
Bir milletin kendi yanlışını kabullenmesi kadar asil bir itiraf yoktur. Erdoğan, “Hataların bedelini hep beraber ödedik” derken, aslında bir çağın kapanışını ilan ediyor. Çünkü iç barışını tesis edememiş bir milletin ne ekonomisi yükselebilir ne sözü dinlenir. Türkiye, terörün küllerinden yeniden doğarken sadece teröristleri değil, onları besleyen fitne kuyularını da kurutmaya and içiyor.
Tarih bizim için sadece bilgi değildir; bir büyük siyaset okuludur. Malazgirt bir meydan savaşı değildi sadece, Anadolu’nun kapısını aralayan bir kardeşlik ahidnamesiydi. Kudüs’ün Selahaddin komutasında fethedilmesi, Türk, Kürt ve Arap ordularının ortak zaferiydi. İstanbul’un surlarına kazınan ayetler, bu milletin fetih anlayışını Batı’nın işgalciliğinden ayıran sırdı.
Ve Çanakkale… Çanakkale, İngiliz’in, Fransız’ın, Siyonist’in, Anzak’ın modern silahlarına karşı toprağın dirilişidir. Diyarbakırlı Mehmed ile Edirneli Hasan’ın aynı siperde yattığı, Arabıyla, Lazıyla, Gürcüsüyle omuz omuza verip emperyalizmin donanmasını boğaza gömdüğü bir iradedir.
Netanyahu bu iradeyi iyi bilir. İsrail gazetesi Hayom bu yüzden manşet atar: “Osmanlı’dan sonra ilk kez Türkiye bölgesel egemenlik arayışında.” Çünkü bu coğrafya ne zaman kendi kardeşliğiyle barışsa, dünya dengeleri sarsılır. Hayom gazetesinin bu manşeti, İsrail siyasetinin bilinçaltını dışa vurur. Çünkü iç barışını tesis etmiş, terörü topraklarından kazımış, 86 milyon insanını kardeş kılmış bir Türkiye, yalnızca sınırlarının içinde büyümez; Şam’a, Bağdat’a, Kudüs’e, Saraybosna’ya kadar umut taşır.
Bir Milletin Sessiz Antlaşması
Bütün bu sözler, manşetler, deklarasyonlar arasında geriye kalansa şudur: Bu topraklarda bir millet, Türk’üyle, Kürt’üyle, Arabıyla; Alevisiyle, Sünnisiyle; sağcısıyla, solcusuyla sessiz bir antlaşmaya varıyor: “Birbirimize sırtımızı dönmeyeceğiz.” Çünkü milletin iç barışı, devletin büyüme iradesinden önce gelir. Bu antlaşmayı bozmaya kalkan her fitne, her şer odağı, tarihin çarkları arasında öğütülür.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dediği gibi: “Türkiye, kardeşlikle büyüyecek, demokrasiyle güçlenecek. Türkiye, istikrar ve güven içinde geleceğe yürüyecek.” Bu yürüyüşü durdurmak isteyenler, ister Netanyahu olsun ister başka bir kudret, bilmelidir ki Osmanlı geri dönmeyecek belki… Ama Osmanlı’yı ayakta tutan ruh; kardeşliği, adaleti, paylaşmayı, dayanışmayı dünyaya öğreten o büyük medeniyet bu milletin damarlarında zaten hiç ölmedi.
Ve bir gün gelir, o ruhun adı ne Osmanlı olur ne Selçuklu… O ruhun adı Türkiye olur…
İşte bundandır ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Türkiye Yüzyılı” dediği vizyon, bir nostalji şarkısı değildir. Bugün başta Gazze olmak üzere Arap coğrafyasının yetim bırakılmış mazlum halkları, Afrika’nın sömürge haritalarına sıkışmış milletleri, Balkanların unutulmuş köyleri bu yürüyüşten bir umut devşiriyor. Çünkü bu yürüyüşün adı ne istiladır ne emperyal hayaldir. Bu yürüyüş, adalet medeniyetinin bir kez daha ayağa kalkma çağrısıdır.
Milli şairimiz Mehmet Akif’in o titrek ama direngen mısraları kulaklarda yankılanır: “Girmeden tefrika bir millete düşman giremez;
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.”
Bugün, AK Parti, MHP ve DEM’in el sıkışması, milletin kalbinde o toplu vuruşun sesidir. Kardeşlik toprağına düşen fitne tohumlarını sökmek için bir millet, kendi içinden yeni bir Kudüs İttifakı inşa ediyor. Netanyahu ne kadar “geri dönmeyecek” derse desin, bu sözler ne Kürt’ün hafızasından Selahaddin’i, ne Türk’ün gönlünden Fatih’i, ne Arab’ın duasından Halid bin Velid’i silebilir.
Netanyahu “Osmanlı İmparatorluğu geri dönmeyecek” dedi. Olsun. Bizim için mesele, bir imparatorluğun geri dönüp dönmeyeceği değil; bir milletin, kendi iradesiyle bir kez daha ayağa kalkıp kalkmayacağıdır. Tarih bunu hep gösterdi: Bu topraklarda umut hiçbir zaman geri dönmez; hep ileri yürür.
Geri dönmeyecek dediğin Osmanlı belki bir haritadır; ama Kudüs’ün kapısına yazılan adalet, Malazgirt’in bağrına kazınan kardeşlik, Çanakkale’nin siperlerinde kurşun gibi dövülen millet iradesi bir harita değildir. Haritalar ölür; ruhlar ölmez…
Ve biz, her sabah yeni bir çağın kapısını çalarız: İsmi “Türkiye Yüzyılı”dır…
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Turan KIŞLAKÇI
“Osmanlı İmparatorluğu Geri Dönmeyecek”
Tarih, sadece geçmişin küf kokulu sayfalarında kalmış bir harita değildir. Tarih, bazen bir milletin damarlarında, bazen bir şehrin taşında, bazen de bir liderin dilinde yeniden dirilir. 11 Haziran 2025 günü Tel Aviv’den yankılanan bir cümle, bu gerçeği bir kez daha hatırlattı: İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei’nin İsrail ziyaretinde, hiç de kendisine sorulmamış bir meseleyi didikleyerek şunu söyledi: “Osmanlı İmparatorluğu geri dönmeyecek.”
Ne tuhaftır ki Osmanlı’nın torunları bu cümleyi kendinden işitmiyor da binlerce kilometre öteden, Kudüs’ün gölgesinde kendi iktidarını sürdürmeye çalışan bir İsrail Başbakanı’nın ağzından duyuyor. Sormazlar mı: Sana ne? Ne derdin var ki yüzyıllık bir haritayı diline dolayıp duruyorsun?
Bir an için bu cümleyi durdurup derin bir nefes almak gerek: Bir devlet başkanı, başka bir milletin geçmişine, hayaline, yürüyüşüne dair bu denli pervasız bir cümleyi neden kurar? Hele ki ne Osmanlı’nın topraklarında hüküm sürebilmiş ne de o medeniyetin ağır yükünü omuzlamış eli kanlı bir lider… Peki, Netanyahu bu sözleriyle gerçekte neyi hedefliyor?
Bir asırdır bitmeyen tartışmadır: Osmanlı’nın mirası nedir, bugünü nasıl şekillendirir? Bu soru, sadece akademik bir mesele değildir; bölgesel hesapların, küresel dengelerin, masa altına saklanan korkuların da cevabıdır. Netanyahu’nun dilinden dökülen “geri dönmeyecek” cümlesi, bir tarihi retorikten ibaret değildir. Bu cümle, Türkiye’nin bölgede yeniden bir çekim merkezi oluşuna, farklı etnik ve dini kimlikleri bir çatı altında toplama azmine, bin yıllık kardeşlik hukukuna yönelmiş bir uyarıdır aslında.
Çünkü Netanyahu bilir ki Türkiye, toprağından terörü söküp attıkça; bin bir hileyle birbirine düşürülmüş Türk’ü, Kürt’ü, Arap’ı yeniden omuz omuza getirdikçe; Kudüs ruhunu, Malazgirt azmini, Çanakkale direncini tazeledikçe bölgenin yazgısı değişir. Ve o değişim, nice küçük hesapların altını boşaltır, nice yapay sınırları anlamsızlaştırır.
Tam da Netanyahu’nun bu sözlerinin yankı bulduğu günlerde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, partisinin 32. İstişare ve Değerlendirme Toplantısı’nda milletin vicdanına ve tarihin kaydına geçecek şu cümleleri kurdu: “Bugün, yeni bir gündür. Bugün, tarihte yeni bir sayfa açılmıştır. Bugün, büyük Türkiye’nin, güçlü Türkiye’nin, Türkiye Yüzyılı’nın kapıları ardına kadar aralanmıştır.”
Netanyahu belki bilmez: Osmanlı bir imparatorluktu evet; ama ondan daha derin olan bir şey vardı: Onu ayakta tutan ruh. Bu topraklarda kimse Osmanlı’ya salt bir siyasi yapı olarak bakmaz. Çünkü Osmanlı, Selahaddin’in Kudüs fethinden, Malazgirt’in bereketli meydanından, Endülüs’ün yıkık avlularından süzülüp gelen bir kardeşlik aklıydı.
Büyük Türk mütefekkiri Cemil Meriç, bir keresinde şöyle der: “Tarih, gerçekte bir milletin hafızasıdır. Hafızasını kaybeden millet, kendini kaybeder.” Netanyahu’nun “geri dönmeyecek” dediği şey, gerçekte bu hafızadır. Oysa bu millet nice Moğol istilasından, Haçlı akınından, nice yedi düvel işgalinden çıktı; toprağını kaybetti ama hafızasını kaybetmedi. Çünkü bu millet bilir: Beden toprağa düşer de ruh hep ayağa kalkar.
Bugün Kudüs’te Mescid-i Aksa’nın avlusunda yürüyen bir ihtiyar Filistinli’nin dudaklarından dökülen dua, Erzurum’un bir dağ köyünde sabaha karşı açılan ellerden ayrı değildir. Selahaddin’in ordusunda omuz omuza savaşan Türk’ü, Kürt’ü, Arap’ı nasıl bir zincirin halkaları idiyse; bugün de bu coğrafya, o halkaları yeniden örüyor. Netanyahu’nun esas korkusu da budur: Kudüs’ten İstanbul’a, Halep’ten Saraybosna’ya kadar kardeşliğin zinciri yeniden tamamlanıyor.
Erdoğan’ın o tarihi konuşmasında söylediği “Kudüs İttifakı” ifadesi, yeni bir harita vaat etmiyor belki; ama eski haritaların çizdiği yapay sınırları manen aşacak bir ruh inşa ediyor. Ve ruhlar bir kez kenetlendi mi, ne tank ne top o birliği çözemiyor.
Bir milletin dirilişi, sadece şanlı zaferlerle değil; kendi hatalarıyla yüzleşmesiyle de mümkündür. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Terörsüz Türkiye” sözleri, işte bu yüzleşmenin işaretidir. Diyarbakır Cezaevi’nin utancı, Beyaz Torosların soğukluğu, faili meçhullerin gölgesi… Bu topraklarda nice çocuğun uykusunu böldü, nice annenin yüreğini parçaladı.
Bir milletin kendi yanlışını kabullenmesi kadar asil bir itiraf yoktur. Erdoğan, “Hataların bedelini hep beraber ödedik” derken, aslında bir çağın kapanışını ilan ediyor. Çünkü iç barışını tesis edememiş bir milletin ne ekonomisi yükselebilir ne sözü dinlenir. Türkiye, terörün küllerinden yeniden doğarken sadece teröristleri değil, onları besleyen fitne kuyularını da kurutmaya and içiyor.
Tarih bizim için sadece bilgi değildir; bir büyük siyaset okuludur. Malazgirt bir meydan savaşı değildi sadece, Anadolu’nun kapısını aralayan bir kardeşlik ahidnamesiydi. Kudüs’ün Selahaddin komutasında fethedilmesi, Türk, Kürt ve Arap ordularının ortak zaferiydi. İstanbul’un surlarına kazınan ayetler, bu milletin fetih anlayışını Batı’nın işgalciliğinden ayıran sırdı.
Ve Çanakkale… Çanakkale, İngiliz’in, Fransız’ın, Siyonist’in, Anzak’ın modern silahlarına karşı toprağın dirilişidir. Diyarbakırlı Mehmed ile Edirneli Hasan’ın aynı siperde yattığı, Arabıyla, Lazıyla, Gürcüsüyle omuz omuza verip emperyalizmin donanmasını boğaza gömdüğü bir iradedir.
Netanyahu bu iradeyi iyi bilir. İsrail gazetesi Hayom bu yüzden manşet atar: “Osmanlı’dan sonra ilk kez Türkiye bölgesel egemenlik arayışında.” Çünkü bu coğrafya ne zaman kendi kardeşliğiyle barışsa, dünya dengeleri sarsılır. Hayom gazetesinin bu manşeti, İsrail siyasetinin bilinçaltını dışa vurur. Çünkü iç barışını tesis etmiş, terörü topraklarından kazımış, 86 milyon insanını kardeş kılmış bir Türkiye, yalnızca sınırlarının içinde büyümez; Şam’a, Bağdat’a, Kudüs’e, Saraybosna’ya kadar umut taşır.
Bir Milletin Sessiz Antlaşması
Bütün bu sözler, manşetler, deklarasyonlar arasında geriye kalansa şudur: Bu topraklarda bir millet, Türk’üyle, Kürt’üyle, Arabıyla; Alevisiyle, Sünnisiyle; sağcısıyla, solcusuyla sessiz bir antlaşmaya varıyor: “Birbirimize sırtımızı dönmeyeceğiz.” Çünkü milletin iç barışı, devletin büyüme iradesinden önce gelir. Bu antlaşmayı bozmaya kalkan her fitne, her şer odağı, tarihin çarkları arasında öğütülür.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dediği gibi: “Türkiye, kardeşlikle büyüyecek, demokrasiyle güçlenecek. Türkiye, istikrar ve güven içinde geleceğe yürüyecek.” Bu yürüyüşü durdurmak isteyenler, ister Netanyahu olsun ister başka bir kudret, bilmelidir ki Osmanlı geri dönmeyecek belki… Ama Osmanlı’yı ayakta tutan ruh; kardeşliği, adaleti, paylaşmayı, dayanışmayı dünyaya öğreten o büyük medeniyet bu milletin damarlarında zaten hiç ölmedi.
Ve bir gün gelir, o ruhun adı ne Osmanlı olur ne Selçuklu… O ruhun adı Türkiye olur…
İşte bundandır ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Türkiye Yüzyılı” dediği vizyon, bir nostalji şarkısı değildir. Bugün başta Gazze olmak üzere Arap coğrafyasının yetim bırakılmış mazlum halkları, Afrika’nın sömürge haritalarına sıkışmış milletleri, Balkanların unutulmuş köyleri bu yürüyüşten bir umut devşiriyor. Çünkü bu yürüyüşün adı ne istiladır ne emperyal hayaldir. Bu yürüyüş, adalet medeniyetinin bir kez daha ayağa kalkma çağrısıdır.
Milli şairimiz Mehmet Akif’in o titrek ama direngen mısraları kulaklarda yankılanır:
“Girmeden tefrika bir millete düşman giremez;
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.”
Bugün, AK Parti, MHP ve DEM’in el sıkışması, milletin kalbinde o toplu vuruşun sesidir. Kardeşlik toprağına düşen fitne tohumlarını sökmek için bir millet, kendi içinden yeni bir Kudüs İttifakı inşa ediyor. Netanyahu ne kadar “geri dönmeyecek” derse desin, bu sözler ne Kürt’ün hafızasından Selahaddin’i, ne Türk’ün gönlünden Fatih’i, ne Arab’ın duasından Halid bin Velid’i silebilir.
Netanyahu “Osmanlı İmparatorluğu geri dönmeyecek” dedi. Olsun. Bizim için mesele, bir imparatorluğun geri dönüp dönmeyeceği değil; bir milletin, kendi iradesiyle bir kez daha ayağa kalkıp kalkmayacağıdır. Tarih bunu hep gösterdi: Bu topraklarda umut hiçbir zaman geri dönmez; hep ileri yürür.
Geri dönmeyecek dediğin Osmanlı belki bir haritadır; ama Kudüs’ün kapısına yazılan adalet, Malazgirt’in bağrına kazınan kardeşlik, Çanakkale’nin siperlerinde kurşun gibi dövülen millet iradesi bir harita değildir. Haritalar ölür; ruhlar ölmez…
Ve biz, her sabah yeni bir çağın kapısını çalarız: İsmi “Türkiye Yüzyılı”dır…