Dünya, uzun bir aradan sonra yeniden çok kutuplu bir döneme giriyor. Tek merkezli, tek iradeli ve tek anlatılı küresel düzen çözülürken; güç, siyaset ve anlam farklı merkezler arasında dağılmaya başlıyor. Ancak bu yeni dünya düzeninde Avrupa’nın yeri son derece belirsiz. Ya zoraki bir aktör olarak çok kutuplu yapının kıyısında kalacak ya da tarihte ilk kez, kendi yazdığı oyunun bütünüyle dışına düşecek.
Bu tablo, Avrupa’nın masumiyetinden değil; aksine omuzlarında taşıdığı ağır tarihsel yükten kaynaklanıyor. Afrika’da, Asya’da ve Ortadoğu’da yüzyıllar boyunca sömürgecilik, talan ve vahşetle anılan Avrupa, buna rağmen kendi iç dünyasında güçlü bir entelektüel miras inşa etmeyi başarmıştı. Kant’tan Hegel’e, Rousseau’dan Montesquieu’ye, Nietzsche’den Heidegger’e, Arendt’ten Weber’e uzanan bu düşünce geleneği, Avrupa’nın dünyaya yalnızca silah ve sınır değil; demokrasi, hukuk, siyasal düşünce ve uluslararası ilişkiler alanlarında da kalıcı bir literatür bırakmasını sağladı. Bu miras, Avrupa’yı son yüzyıldaki diğer emperyal geleneklerden ayıran en temel farktı…
Ne var ki bugün Avrupa, ürettiği bu fikrî mirasla yaşadığı siyasal ve toplumsal gerçeklik arasındaki mesafenin altında eziliyor. İki yüzyıl boyunca dünyaya yön veren düşünceler üretmiş bir kıta, artık kendi geleceğini tahayyül etmekte zorlanıyor. Sorun yalnızca ekonomik durgunluk, enerji krizi ya da askerî zayıflık değil; sorun daha derinde: Avrupa, kendi anlamını kaybetme riskiyle karşı karşıya.
Dünya siyasetinde taşların hızla yerinden oynadığı bu dönemde, Avrupa’nın etrafındaki çember giderek daralıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde Trump yönetimiyle birlikte açıklanan yeni ulusal güvenlik stratejisi, bu kırılmanın en açık göstergelerinden biri oldu. Belgede Rusya artık birincil tehdit olmaktan çıkarılırken, hedef tahtasına göçmenler ve bizzat Avrupa yerleştirildi. Bu yalnızca diplomatik bir tercih değil; ABD’nin küresel liderlik iddiasının zayıfladığını kabullendiği tarihsel bir geçiş anıydı.
Amerika geri çekilirken, Avrupa giderek ortada kalıyor. Financial Times’ın dış politika başyazarı Gideon Rachman’ın Oksijen gazetesine verdiği röportaj, bu ruh hâlini berrak biçimde yansıtıyor. Rachman, “Eskiden geceleri jeopolitiği düşünmezdim; şimdi ise Rusya, Çin ve Trump Amerika’sının oluşturduğu risklerle Batı Avrupa çok tehlikeli bir döneme giriyor” derken, aslında yalnızca kişisel bir kaygıyı değil; Avrupa’nın entelektüel ve siyasal elitlerini saran derin bir varoluşsal endişeyi dile getiriyor.
Batılı yazarların da işaret ettiği üzere, bugün Avrupa’nın karşısında aynı anda üç büyük tehdit bulunuyor. İlki, Soğuk Savaş’tan bu yana, hatta Soğuk Savaş dönemindekinden bile daha saldırgan olduğu söylenebilecek bir Rusya. Bu artık teorik bir tehdit değil; fiilen savaş hâlinde olan, sınırları ve dengeleri zorlayan somut bir güç. Bu korku, Avrupa’yı yıllar sonra yeniden zorunlu askerliği tartışmaya ve bazı ülkelerde hayata geçirmeye itti. Bu durum bile, barış fikri üzerine inşa edilen Avrupa kimliğinin ne denli sarsıldığını göstermeye yetiyor.
İkinci tehdit Çin. Belki de hiç olmadığı kadar güçlü, üretken ve stratejik. Artık yalnızca ucuz iş gücüyle değil; teknolojiyle, sanayi kapasitesiyle ve uzun vadeli planlarla ilerleyen bir Çin söz konusu. Avrupa sanayisi için doğrudan bir rakip ve tehdit hâline gelen Çin’in, Rusya ile kurduğu gayriresmî ittifak ise bu tabloyu daha da ağırlaştırıyor.
Üçüncü tehdit ise ironik biçimde Avrupa’nın eski müttefiki olan Amerika Birleşik Devletleri. Trump yönetimiyle birlikte ABD, Avrupa Birliği’ne karşı açıkça düşmanca bir tutum sergilemekten kaçınmıyor. NATO’dan ticarete, güvenlikten diplomasiye kadar pek çok alanda Avrupa artık Washington’un gözünde stratejik bir ortak değil, taşınması zor bir yük hâline gelmiş durumda.
Bu üç tehdidi bir araya getirdiğinizde ortaya çıkan tablo son derece sarsıcıdır. Batı Avrupa, belki de İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en kırılgan dönemlerinden birini yaşıyor. Günlük hayat hâlâ düzenli, refah büyük ölçüde hissedilebilir, sokaklar güvenli görünebilir. Ancak Gideon Rachman’ın metaforik ifadesiyle söyleyecek olursak, Avrupa için artık gerçekten “barbarlar” kapıda. Hem Doğu kapısında, hem Batı kapısında; hatta daha da doğuda, Çin’de…
Hasıl-ı kelâm, “Gelin Avrupa’yı kurtaralım” çağrısı romantik bir Avrupa savunusu değildir. Bu çağrı, Avrupa’nın tarihsel hatalarını görmezden gelmek anlamına da gelmez. Aksine, Avrupa’yı kurtarmak; onun kendi ürettiği fikirleri yeniden ciddiye almasını sağlamak demektir. Hukuku güç karşısında savunmayı, insan haklarını dar çıkar hesaplarının önüne koymayı, ahlâkı siyasetin süsü olmaktan çıkarıp yeniden merkeze yerleştirmeyi hatırlatmak demektir.
Avrupa çökerse, yalnızca bir kıta değil; insanlığın son iki yüzyılda inşa ettiği evrensel değer dili de ağır yara alır. Bu nedenle Avrupa’nın uyanışı yalnızca Avrupalıların meselesi değildir. Avrupa’yı kurtarmak, dünyayı daha kaba, daha çıplak ve daha acımasız bir güç çağından korumaya çalışmaktır.
Belki hâlâ geç değil. Ama zaman, Avrupa’nın aleyhine hızla akıyor…
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Turan KIŞLAKÇI
Gelin Avrupa’yı Kurtaralım
Dünya, uzun bir aradan sonra yeniden çok kutuplu bir döneme giriyor. Tek merkezli, tek iradeli ve tek anlatılı küresel düzen çözülürken; güç, siyaset ve anlam farklı merkezler arasında dağılmaya başlıyor. Ancak bu yeni dünya düzeninde Avrupa’nın yeri son derece belirsiz. Ya zoraki bir aktör olarak çok kutuplu yapının kıyısında kalacak ya da tarihte ilk kez, kendi yazdığı oyunun bütünüyle dışına düşecek.
Bu tablo, Avrupa’nın masumiyetinden değil; aksine omuzlarında taşıdığı ağır tarihsel yükten kaynaklanıyor. Afrika’da, Asya’da ve Ortadoğu’da yüzyıllar boyunca sömürgecilik, talan ve vahşetle anılan Avrupa, buna rağmen kendi iç dünyasında güçlü bir entelektüel miras inşa etmeyi başarmıştı. Kant’tan Hegel’e, Rousseau’dan Montesquieu’ye, Nietzsche’den Heidegger’e, Arendt’ten Weber’e uzanan bu düşünce geleneği, Avrupa’nın dünyaya yalnızca silah ve sınır değil; demokrasi, hukuk, siyasal düşünce ve uluslararası ilişkiler alanlarında da kalıcı bir literatür bırakmasını sağladı. Bu miras, Avrupa’yı son yüzyıldaki diğer emperyal geleneklerden ayıran en temel farktı…
Ne var ki bugün Avrupa, ürettiği bu fikrî mirasla yaşadığı siyasal ve toplumsal gerçeklik arasındaki mesafenin altında eziliyor. İki yüzyıl boyunca dünyaya yön veren düşünceler üretmiş bir kıta, artık kendi geleceğini tahayyül etmekte zorlanıyor. Sorun yalnızca ekonomik durgunluk, enerji krizi ya da askerî zayıflık değil; sorun daha derinde: Avrupa, kendi anlamını kaybetme riskiyle karşı karşıya.
Dünya siyasetinde taşların hızla yerinden oynadığı bu dönemde, Avrupa’nın etrafındaki çember giderek daralıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde Trump yönetimiyle birlikte açıklanan yeni ulusal güvenlik stratejisi, bu kırılmanın en açık göstergelerinden biri oldu. Belgede Rusya artık birincil tehdit olmaktan çıkarılırken, hedef tahtasına göçmenler ve bizzat Avrupa yerleştirildi. Bu yalnızca diplomatik bir tercih değil; ABD’nin küresel liderlik iddiasının zayıfladığını kabullendiği tarihsel bir geçiş anıydı.
Amerika geri çekilirken, Avrupa giderek ortada kalıyor. Financial Times’ın dış politika başyazarı Gideon Rachman’ın Oksijen gazetesine verdiği röportaj, bu ruh hâlini berrak biçimde yansıtıyor. Rachman, “Eskiden geceleri jeopolitiği düşünmezdim; şimdi ise Rusya, Çin ve Trump Amerika’sının oluşturduğu risklerle Batı Avrupa çok tehlikeli bir döneme giriyor” derken, aslında yalnızca kişisel bir kaygıyı değil; Avrupa’nın entelektüel ve siyasal elitlerini saran derin bir varoluşsal endişeyi dile getiriyor.
Batılı yazarların da işaret ettiği üzere, bugün Avrupa’nın karşısında aynı anda üç büyük tehdit bulunuyor. İlki, Soğuk Savaş’tan bu yana, hatta Soğuk Savaş dönemindekinden bile daha saldırgan olduğu söylenebilecek bir Rusya. Bu artık teorik bir tehdit değil; fiilen savaş hâlinde olan, sınırları ve dengeleri zorlayan somut bir güç. Bu korku, Avrupa’yı yıllar sonra yeniden zorunlu askerliği tartışmaya ve bazı ülkelerde hayata geçirmeye itti. Bu durum bile, barış fikri üzerine inşa edilen Avrupa kimliğinin ne denli sarsıldığını göstermeye yetiyor.
İkinci tehdit Çin. Belki de hiç olmadığı kadar güçlü, üretken ve stratejik. Artık yalnızca ucuz iş gücüyle değil; teknolojiyle, sanayi kapasitesiyle ve uzun vadeli planlarla ilerleyen bir Çin söz konusu. Avrupa sanayisi için doğrudan bir rakip ve tehdit hâline gelen Çin’in, Rusya ile kurduğu gayriresmî ittifak ise bu tabloyu daha da ağırlaştırıyor.
Üçüncü tehdit ise ironik biçimde Avrupa’nın eski müttefiki olan Amerika Birleşik Devletleri. Trump yönetimiyle birlikte ABD, Avrupa Birliği’ne karşı açıkça düşmanca bir tutum sergilemekten kaçınmıyor. NATO’dan ticarete, güvenlikten diplomasiye kadar pek çok alanda Avrupa artık Washington’un gözünde stratejik bir ortak değil, taşınması zor bir yük hâline gelmiş durumda.
Bu üç tehdidi bir araya getirdiğinizde ortaya çıkan tablo son derece sarsıcıdır. Batı Avrupa, belki de İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en kırılgan dönemlerinden birini yaşıyor. Günlük hayat hâlâ düzenli, refah büyük ölçüde hissedilebilir, sokaklar güvenli görünebilir. Ancak Gideon Rachman’ın metaforik ifadesiyle söyleyecek olursak, Avrupa için artık gerçekten “barbarlar” kapıda. Hem Doğu kapısında, hem Batı kapısında; hatta daha da doğuda, Çin’de…
Hasıl-ı kelâm, “Gelin Avrupa’yı kurtaralım” çağrısı romantik bir Avrupa savunusu değildir. Bu çağrı, Avrupa’nın tarihsel hatalarını görmezden gelmek anlamına da gelmez. Aksine, Avrupa’yı kurtarmak; onun kendi ürettiği fikirleri yeniden ciddiye almasını sağlamak demektir. Hukuku güç karşısında savunmayı, insan haklarını dar çıkar hesaplarının önüne koymayı, ahlâkı siyasetin süsü olmaktan çıkarıp yeniden merkeze yerleştirmeyi hatırlatmak demektir.
Avrupa çökerse, yalnızca bir kıta değil; insanlığın son iki yüzyılda inşa ettiği evrensel değer dili de ağır yara alır. Bu nedenle Avrupa’nın uyanışı yalnızca Avrupalıların meselesi değildir. Avrupa’yı kurtarmak, dünyayı daha kaba, daha çıplak ve daha acımasız bir güç çağından korumaya çalışmaktır.
Belki hâlâ geç değil. Ama zaman, Avrupa’nın aleyhine hızla akıyor…