Türkiye, terörle mücadelenin en uzun ve en ağır dönemlerinden birini geride bıraktı. Kırk yılı aşan bu süreçte binlerce can yandı, şehirler sarsıldı, toplumsal hafızada derin izler oluştu. Bugün gelinen noktada ise tartışma artık silahların susup susmayacağından çok, susarsa neyin konuşulacağı üzerine yoğunlaşıyor.
Tam da burada kavramlar devreye giriyor.
Silah bırakma meselesi, politik söylemde kolay telaffuz edilen ama içi doldurulmadığında büyük belirsizlikler üreten bir başlık. Meclis’e sunulan raporlar incelendiğinde, partiler arasındaki temel ayrışmanın teknik detaylardan ziyade zihniyet farkı olduğu açıkça görülüyor.
Özellikle DEM Parti’nin yaklaşımı, mevcut Türkiye gerçekliğiyle örtüşmeyen geniş ve iddialı bir perspektif sunuyor. “Toplumsal ve siyasal yeniden kuruluş” gibi ifadeler, çözüm üretmekten çok yeni tartışmaların kapısını aralıyor. Bu tür tanımlar, sorunu daraltmak yerine büyütüyor; sadeleştirmek yerine karmaşıklaştırıyor.
Oysa Kürt meselesi, soyut tasarımlarla değil, somut adımlarla yönetilmesi gereken bir alan. Günlük hayatı, kamu düzenini ve toplumsal huzuru doğrudan ilgilendiren bir meselede, tarihsel kopuşlardan ve rejim çağrışımlarından söz etmek, gerçekçi bir zemin oluşturmuyor.
Barış Sözcüğü Her Derde Deva Değil
Tartışmanın bir diğer boyutu da kullanılan dil. “Af” mı denilecek, “barış” mı? Bu ayrım, yalnızca kelime tercihi değildir; meseleyi nasıl tanımladığınızı gösterir.
PKK ve çevresi, geçmişte yaşananları bir suç olarak değil, tamamlanmış bir mücadele olarak görüyor. Bu nedenle af değil, barış kavramını öne çıkarıyorlar. Devlet açısından ise tablo farklı. Hukuki olarak ortada bir terör örgütü vardır ve bu gerçek değişmeden durmaktadır.
Bu nedenle barış kavramı, duygusal açıdan cazip olsa da hukuki zeminde ciddi sorunlar barındırır. Devletin yaklaşımı ise daha nettir: Eğer bir düzenleme yapılacaksa, bu ancak mevcut hukuk sistemi içinde, bireysel sorumluluk esas alınarak yapılabilir.
Bu noktada “etkin pişmanlık” gibi mevcut mekanizmalar, tartışılabilir ve geliştirilebilir başlıklardır. Ancak bunları, yeni bir siyasal dönemin başlangıcı gibi sunmak, beklentileri yanlış yere taşır.
Geçiş Nereye?
Son dönemde sıkça kullanılan bir başka ifade de “geçiş süreci”. Ancak bu kavram da açıklanmaya muhtaçtır. Geçiş, bir durumdan başka bir duruma geçmeyi ifade eder. Peki Türkiye hangi noktadan hangi noktaya geçmektedir?
Bir rejim değişikliği yoktur. Anayasal düzen aynıdır. Devlet yapısı aynıdır. O halde “geçiş” söylemi, içi doldurulmamış bir siyasi metafordan öteye geçmemektedir.
Adalet Bakanlığı’nın bu konuda sergilediği kavramsal titizlik, bu yüzden önemlidir. Yapılacak düzenlemelerin adı kadar, çağrıştırdıkları da önemlidir. Yanlış kelimeler, yanlış beklentiler üretir.
Radikal Hayaller, Gerçek Hayat
Türkiye’nin bu meseleyi çözme kapasitesi vardır. Ancak bu kapasite, devrimci tahayyüllerde değil; reformcu akılda saklıdır. Büyük sıçramalar değil, sağlam adımlar gereklidir.
Toplumun büyük kısmının beklentisi de budur: Ne inkâr ne teslimiyet… Ne romantik söylemler ne de sert kopuşlar…
Yavaş, dikkatli ve hukuka dayalı bir ilerleme.
Bazen çözüm, yüksek sesle ilan edilen büyük cümlelerde değil; sessizce atılan doğru adımlardadır.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Soner ZORLUOĞLU
Kelimeler Değişince Mesele Değişmiyor
Türkiye, terörle mücadelenin en uzun ve en ağır dönemlerinden birini geride bıraktı. Kırk yılı aşan bu süreçte binlerce can yandı, şehirler sarsıldı, toplumsal hafızada derin izler oluştu. Bugün gelinen noktada ise tartışma artık silahların susup susmayacağından çok, susarsa neyin konuşulacağı üzerine yoğunlaşıyor.
Tam da burada kavramlar devreye giriyor.
Silah bırakma meselesi, politik söylemde kolay telaffuz edilen ama içi doldurulmadığında büyük belirsizlikler üreten bir başlık. Meclis’e sunulan raporlar incelendiğinde, partiler arasındaki temel ayrışmanın teknik detaylardan ziyade zihniyet farkı olduğu açıkça görülüyor.
Özellikle DEM Parti’nin yaklaşımı, mevcut Türkiye gerçekliğiyle örtüşmeyen geniş ve iddialı bir perspektif sunuyor. “Toplumsal ve siyasal yeniden kuruluş” gibi ifadeler, çözüm üretmekten çok yeni tartışmaların kapısını aralıyor. Bu tür tanımlar, sorunu daraltmak yerine büyütüyor; sadeleştirmek yerine karmaşıklaştırıyor.
Oysa Kürt meselesi, soyut tasarımlarla değil, somut adımlarla yönetilmesi gereken bir alan. Günlük hayatı, kamu düzenini ve toplumsal huzuru doğrudan ilgilendiren bir meselede, tarihsel kopuşlardan ve rejim çağrışımlarından söz etmek, gerçekçi bir zemin oluşturmuyor.
Barış Sözcüğü Her Derde Deva Değil
Tartışmanın bir diğer boyutu da kullanılan dil. “Af” mı denilecek, “barış” mı? Bu ayrım, yalnızca kelime tercihi değildir; meseleyi nasıl tanımladığınızı gösterir.
PKK ve çevresi, geçmişte yaşananları bir suç olarak değil, tamamlanmış bir mücadele olarak görüyor. Bu nedenle af değil, barış kavramını öne çıkarıyorlar. Devlet açısından ise tablo farklı. Hukuki olarak ortada bir terör örgütü vardır ve bu gerçek değişmeden durmaktadır.
Bu nedenle barış kavramı, duygusal açıdan cazip olsa da hukuki zeminde ciddi sorunlar barındırır. Devletin yaklaşımı ise daha nettir: Eğer bir düzenleme yapılacaksa, bu ancak mevcut hukuk sistemi içinde, bireysel sorumluluk esas alınarak yapılabilir.
Bu noktada “etkin pişmanlık” gibi mevcut mekanizmalar, tartışılabilir ve geliştirilebilir başlıklardır. Ancak bunları, yeni bir siyasal dönemin başlangıcı gibi sunmak, beklentileri yanlış yere taşır.
Geçiş Nereye?
Son dönemde sıkça kullanılan bir başka ifade de “geçiş süreci”. Ancak bu kavram da açıklanmaya muhtaçtır. Geçiş, bir durumdan başka bir duruma geçmeyi ifade eder. Peki Türkiye hangi noktadan hangi noktaya geçmektedir?
Bir rejim değişikliği yoktur. Anayasal düzen aynıdır. Devlet yapısı aynıdır. O halde “geçiş” söylemi, içi doldurulmamış bir siyasi metafordan öteye geçmemektedir.
Adalet Bakanlığı’nın bu konuda sergilediği kavramsal titizlik, bu yüzden önemlidir. Yapılacak düzenlemelerin adı kadar, çağrıştırdıkları da önemlidir. Yanlış kelimeler, yanlış beklentiler üretir.
Radikal Hayaller, Gerçek Hayat
Türkiye’nin bu meseleyi çözme kapasitesi vardır. Ancak bu kapasite, devrimci tahayyüllerde değil; reformcu akılda saklıdır. Büyük sıçramalar değil, sağlam adımlar gereklidir.
Toplumun büyük kısmının beklentisi de budur: Ne inkâr ne teslimiyet… Ne romantik söylemler ne de sert kopuşlar…
Yavaş, dikkatli ve hukuka dayalı bir ilerleme.
Bazen çözüm, yüksek sesle ilan edilen büyük cümlelerde değil; sessizce atılan doğru adımlardadır.