Türkiye’de bazı konular vardır; konuşulmadıkça büyür, konuşuldukça yanlış anlaşılır. “Terörsüz Türkiye” başlığı da tam olarak böyle bir mesele. Son bir yıldır sıkça dillendirilen bir iddia var: Cumhurbaşkanı bu sürecin merkezinde değil, mesafeli duruyor.
Oysa Türkiye’de siyaset, özellikle güvenlik başlıklarında, sessizlikle yürür. Her açıklama bir strateji değildir; bazen açıklama yapmamak bizzat stratejinin kendisidir. Devlet aklı, her zaman yüksek sesle konuşmaz.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gençlerle yaptığı buluşmada kurduğu birkaç cümle bu nedenle önemlidir. Ne bir kampanya dili vardı ne de toplumu ikna etmeye çalışan uzun paragraflar. Terörün üniversitelerden Anadolu’ya uzanan tahribatını hatırlattı ve devletin bu meseleye nasıl baktığını sade biçimde anlattı. Aslında bu açıklama, bir savunma değil; bir çerçeve çizimiydi.
Ancak bu çerçeveyi yalnızca iç güvenlik penceresinden okumak eksik olur. 7 Ekim 2023’ten sonra Orta Doğu’da taşlar yerinden oynadı. Gazze ile başlayan süreç, Suriye’den Irak’a uzanan yeni fay hatlarını görünür kıldı. Türkiye için asıl risk, sınırlarının hemen ötesinde kalıcı bir parçalanma düzeninin kurulmasıydı.
Bugün Suriye sahasında yaşanan her gelişme, yalnızca Şam’ı değil Ankara’yı da ilgilendiriyor. ABD’nin SDG adı altında inşa ettiği yapı, başından beri geçici bir güvenlik formülü değil; bölgesel denge arayışının bir ürünüydü. DEAŞ’ın zaman zaman “geri çağrılması” da bu denklemden bağımsız değil. Terör örgütleri, sahada ihtiyaç duyulduğunda hatırlanan araçlara dönüşebiliyor.
Sahadaki güç merkezinin yeniden Şam’a yaklaşması, bu yapıları doğal olarak tedirgin ediyor. ABD’de Suriye yaptırımlarına dair atılan adımlar da yeni bir evreye işaret ediyor. Yatırımların, altyapı projelerinin ve enerji hamlelerinin konuşulmaya başlanması tesadüf değil. Savaş sonrası düzenin kapısı aralanıyor.
İçeride ise başka bir tartışma yürüyor: anayasa. Aslında bu tartışma, bir hukuk metninden çok daha fazlasını ifade ediyor. Devlet ile toplum arasındaki ilişkinin nasıl kurulacağı sorusu yeniden masada.
Türkiye’de sol, uzun süredir bu soruya Batı’dan ödünç kavramlarla cevap vermeye çalışıyor. Birey merkezli özgürlük dili, Türkiye’nin tarihsel tecrübesiyle her zaman örtüşmedi. Çünkü bu topraklarda devlet, Batı’daki gibi toplumun karşısında doğmuş bir yapı değildir. Kemal Tahir’in ısrarla hatırlattığı tam da buydu.
Devlet burada bir baskı aygıtı değil; tarihsel bir organizatördür. Sorun, devletin varlığı değil; devletin toplumla kurduğu bağın niteliğidir. Terörün kalıcı biçimde sona ermesi de bu bağın yeniden kurulmasına bağlıdır. Silahların susması yeterli değildir; meşruiyet duygusu güçlenmeden huzur kalıcı olmaz.
Toplumsal bütünleşme, yalnızca haklar listesinden ibaret değildir. Ortak hafıza, birlikte yaşama iradesi ve tarihsel süreklilik hissi bu bütünün ayrılmaz parçalarıdır. Anayasa tartışmasını da bu bağlamdan koparmadan okumak gerekir.
Belki de bugün sormamız gereken soru şudur:
Türkiye, kendini hâlâ başkalarının yazdığı kavramlarla mı anlatacak, yoksa kendi hikâyesini kendi kelimeleriyle mi kuracak?
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Soner ZORLUOĞLU
DEVLET SESSİZLİĞİ VE TERÖRSÜZ TÜRKİYE
Türkiye’de bazı konular vardır; konuşulmadıkça büyür, konuşuldukça yanlış anlaşılır. “Terörsüz Türkiye” başlığı da tam olarak böyle bir mesele. Son bir yıldır sıkça dillendirilen bir iddia var: Cumhurbaşkanı bu sürecin merkezinde değil, mesafeli duruyor.
Oysa Türkiye’de siyaset, özellikle güvenlik başlıklarında, sessizlikle yürür. Her açıklama bir strateji değildir; bazen açıklama yapmamak bizzat stratejinin kendisidir. Devlet aklı, her zaman yüksek sesle konuşmaz.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gençlerle yaptığı buluşmada kurduğu birkaç cümle bu nedenle önemlidir. Ne bir kampanya dili vardı ne de toplumu ikna etmeye çalışan uzun paragraflar. Terörün üniversitelerden Anadolu’ya uzanan tahribatını hatırlattı ve devletin bu meseleye nasıl baktığını sade biçimde anlattı. Aslında bu açıklama, bir savunma değil; bir çerçeve çizimiydi.
Ancak bu çerçeveyi yalnızca iç güvenlik penceresinden okumak eksik olur. 7 Ekim 2023’ten sonra Orta Doğu’da taşlar yerinden oynadı. Gazze ile başlayan süreç, Suriye’den Irak’a uzanan yeni fay hatlarını görünür kıldı. Türkiye için asıl risk, sınırlarının hemen ötesinde kalıcı bir parçalanma düzeninin kurulmasıydı.
Bugün Suriye sahasında yaşanan her gelişme, yalnızca Şam’ı değil Ankara’yı da ilgilendiriyor. ABD’nin SDG adı altında inşa ettiği yapı, başından beri geçici bir güvenlik formülü değil; bölgesel denge arayışının bir ürünüydü. DEAŞ’ın zaman zaman “geri çağrılması” da bu denklemden bağımsız değil. Terör örgütleri, sahada ihtiyaç duyulduğunda hatırlanan araçlara dönüşebiliyor.
Sahadaki güç merkezinin yeniden Şam’a yaklaşması, bu yapıları doğal olarak tedirgin ediyor. ABD’de Suriye yaptırımlarına dair atılan adımlar da yeni bir evreye işaret ediyor. Yatırımların, altyapı projelerinin ve enerji hamlelerinin konuşulmaya başlanması tesadüf değil. Savaş sonrası düzenin kapısı aralanıyor.
İçeride ise başka bir tartışma yürüyor: anayasa. Aslında bu tartışma, bir hukuk metninden çok daha fazlasını ifade ediyor. Devlet ile toplum arasındaki ilişkinin nasıl kurulacağı sorusu yeniden masada.
Türkiye’de sol, uzun süredir bu soruya Batı’dan ödünç kavramlarla cevap vermeye çalışıyor. Birey merkezli özgürlük dili, Türkiye’nin tarihsel tecrübesiyle her zaman örtüşmedi. Çünkü bu topraklarda devlet, Batı’daki gibi toplumun karşısında doğmuş bir yapı değildir. Kemal Tahir’in ısrarla hatırlattığı tam da buydu.
Devlet burada bir baskı aygıtı değil; tarihsel bir organizatördür. Sorun, devletin varlığı değil; devletin toplumla kurduğu bağın niteliğidir. Terörün kalıcı biçimde sona ermesi de bu bağın yeniden kurulmasına bağlıdır. Silahların susması yeterli değildir; meşruiyet duygusu güçlenmeden huzur kalıcı olmaz.
Toplumsal bütünleşme, yalnızca haklar listesinden ibaret değildir. Ortak hafıza, birlikte yaşama iradesi ve tarihsel süreklilik hissi bu bütünün ayrılmaz parçalarıdır. Anayasa tartışmasını da bu bağlamdan koparmadan okumak gerekir.
Belki de bugün sormamız gereken soru şudur:
Türkiye, kendini hâlâ başkalarının yazdığı kavramlarla mı anlatacak, yoksa kendi hikâyesini kendi kelimeleriyle mi kuracak?