Bir sene geçmiş, babamı kaybetmemin üstünden... Tam bir sene. Ayaklarım yokluğuna koştururken kaderine diz çökmüş, dört mevsimi görmüş gözlerim ancak ömrümün baharı ona denk gelmiş.
Yer, Şişli Darulaceze Huzurevi.
Bugün onun ruhuna sadece Fatiha’lar değil buruk yüreklerin mahzun gülüşlerini de göndermek istedim. Eskiler, ölümü tebdil-i mekân olarak görürler. Yani bir ferahlama. İnancımızın tezahürü olarak bir son değil, yeni bir hayatın başlangıç muştusu.
Ancak ölümün dünyevi karşılığı bir insanın en kati ve katı terkidir. Ölüm çok farklı açılardan ele alınabilir ancak temelinde ayrılık gerçeği vardır. Bu öyle bir ayrılıktır ki kavuşmak bu dünyada mümkün değildir. Ölüm kişinin sevdiğini kısa süreli bir yolculuğa uğurlaması değil bir ömürlük vedalaşmasıdır.
Bu nedenle bir ölü, ardından yükselen feryada, toprağına gömülen rengârenk çiçeklere, ona söylenilen sevgi sözcüklerine göz ucuyla dahi bakmaz.
Ölüm bu yönüyle protest bir tavırdır, terk ediştir...
Öyle ki kalp, göz hizasında hissettiği bir kalbi yuvası belleyebilir.
Terk edildim ve terk edilenlerle oldum, artık eşitiz. Hepimiz eksiğiz.
Yollarımdaki çiçekler, ötekinin bahçesini sulamakla açmış. Tüm yaralarımı kendi cinsinden merhemiyle iyileştirmeye çabalamışım. Tüm sanrılarıma sus payım “Başka hayatlar, daha zorlu hikâyeler de var” olmuş. İşte ben bugün yüreğimin tam ortasına oturan kayanın tozuna üflemeye gidiyorum. Hüzne başkentlik etmiş çehrelerin yüzünde güller açtırmak hayaliyle ilk kez huzurevine gidiyorum.
Bahardan hallice bir Temmuz gününde, yuvam bellediğim insanların gözlerinin içine bakarak, etrafa gülücükler saçarak huzurevinin bahçesinde yürüyorum. Dışardan bir gözün yabancılığımı hissetmeyeceği bir aşinalıkla yaşlılarla konuşuyorum.
Annesi tarafından engelli doğduğu için terk edilen Nesrin Abla kırmızılar içerisinde. Nesrin Abla sevgi yetimliğinin boşluğunu hep çok severek doldurmaya çalışmış. Kırmızıyı çok sevmiş. Kırmızı elbise, kırmızı oje, kırmızı toka, kırmızı ruj…
Bir eli ve bir bacağı sakat olan Nesrin Abla, hayattaki duruşunu, şen kahkahalarını uzuvlarına değil şükrüne ve anın kıymetini bilmeye bağlıyor. Yaşamına dört kolla ve kırmızı rengiyle sarılıyor. Onun için kırmızı alelade bir renk değil aynı zamanda yaşamının arka fonu.
Ve mutlu…
Nesrin Abla ile vakit geçirdikten bir süre sonra yanından ayrılıyorum. Çünkü ilgilenmem gereken yeni yüzler, bilinmez hikâyeler ve üzerime atılan davetkar bakışlar var.
Anlatmak her ne kadar kendinden soyutlanmaksa, bir insan için de dinlemeye muhatap alınmak değer görmenin en zarif şeklidir.
Bahçedeki banklarda teyzelerle oturuyorum, dinliyorum, gülüşüyorum ve onlarla konuşuyorum. Hayata küsmüş bakışların içini neşeyle değiştirmek gibi bir gayretim var. Bunun en kısa belki en kurnaz yolu olarak iltifatı ve espriyi seçiyorum.
-Kaç gösteriyorum?
+Iıı, 19 hadi bilemedin 20…
(Gülüşmeler…)
Biriyle ilk tanıştığındaki o mesafe ortadan kalkıyor. Buzlar eriyor.
Yaşlılığın acımasız tarafını kovuştururcasına simalarına gizlenmiş güzellikleri onlara tekrar tekrar hatırlatıyorum. Sevgiye ne kadar layık olduklarını hissettirmeye çalışıyorum. Tam o anda bir görevli yanıma yaklaşıyor:
Kapı açılıyor ve masanın başında kitaplara kapanmış bir adam.
Yaşıtlarına kıyasla dik omurgalı ve keskin tavırlı. Görev bilincini doğumundan bugüne yaşatmış ve gevşekliğe pek de mahal vermemiş, belli. Ses tonu kısık, üslubu bilgece, göz teması kurmadan konuşmuyor.
Öğreniyorum ki Galatasaray Üniversitesi’nde hocalık yapmış. Fransızca, İngilizce ve İtalyanca biliyor. Evin tek çocuğu. Fransız nişanlısını kanserden kaybettikten sonra, kimseye göz ucuyla dahi bakmamış. Evlilik hayali kurduğu nişanlısının yasını kutsal kitap gibi baş üstünde taşımış.
Dinleyen için mazi onun için tazeliğini koruyan bu vahim durum, üzerinden altmış yıl geçmesine rağmen her anlatışında boğazını düğümlüyor ve gözleri doluyor. Kahve içmeyi teklif ediyor.
Anlıyorum ki koca çınarın en az kendisi kadar ihtişamlı yalnızlığının en önemli sırdaşı kahve ve sigara… Kendisi, sigara ve kahveden oluşan 3 kişilik bir yalnızlığı var. Onunla kurduğumuz hem entelektüel, hem sevgi bağı derinleşiyor. Ben onu hayatla barıştırıyorum, o benim Türk kahvesiyle aramı yapıyor.
Huzurevinin kapısında beni bekleyen bir çift gözün varlığı tüm randevularımı iptal ettiriyor. Her gidişimde hevesle kapının önünde beni bekleyen 80’lik bir delikanlı. Yağmurlar yağıyor, fırtınalar kopuyor.
Eymen Amcanın günden güne eridiğine şahit oluyorum. Yürüyüşlerimiz azalıyor. Kahve içmeye dahi mecali olmuyor. Görüşmelerimiz hasta yatağının başucunda gerçekleşiyor. Hiç olmadık bir anda başımdan aşağı kaynar sular döktüren bir haberle irkiliyorum.
Telefonda bir ses, Eymen Amca öldü diyor.
Boğazıma yığılan yumruyu yutkunmak hiç bu kadar zor gelmemişti… Cenazesine yetişiyorum. Çok az kişiyiz. Parmakla birkaç saniyede ayılacak kadar… Onu koşulsuz ve gerçekten seven birkaç kişi…
Bir vasiyeti var diyor yakını:
“Mezarına kahve çekirdekleri ve tütün dökmenizi istedi.”
İlk etapta ilginç gelse de sonra idrak ettiğim vasiyetini yerine getiriyorum.
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Sena Parlar
HUZUREVİNDE BİR GÜN
Bir sene geçmiş, babamı kaybetmemin üstünden... Tam bir sene. Ayaklarım yokluğuna koştururken kaderine diz çökmüş, dört mevsimi görmüş gözlerim ancak ömrümün baharı ona denk gelmiş.
Yer, Şişli Darulaceze Huzurevi.
Bugün onun ruhuna sadece Fatiha’lar değil buruk yüreklerin mahzun gülüşlerini de göndermek istedim. Eskiler, ölümü tebdil-i mekân olarak görürler. Yani bir ferahlama. İnancımızın tezahürü olarak bir son değil, yeni bir hayatın başlangıç muştusu.
Ancak ölümün dünyevi karşılığı bir insanın en kati ve katı terkidir. Ölüm çok farklı açılardan ele alınabilir ancak temelinde ayrılık gerçeği vardır. Bu öyle bir ayrılıktır ki kavuşmak bu dünyada mümkün değildir. Ölüm kişinin sevdiğini kısa süreli bir yolculuğa uğurlaması değil bir ömürlük vedalaşmasıdır.
Bu nedenle bir ölü, ardından yükselen feryada, toprağına gömülen rengârenk çiçeklere, ona söylenilen sevgi sözcüklerine göz ucuyla dahi bakmaz.
Ölüm bu yönüyle protest bir tavırdır, terk ediştir...
Öyle ki kalp, göz hizasında hissettiği bir kalbi yuvası belleyebilir.
Terk edildim ve terk edilenlerle oldum, artık eşitiz. Hepimiz eksiğiz.
Yollarımdaki çiçekler, ötekinin bahçesini sulamakla açmış. Tüm yaralarımı kendi cinsinden merhemiyle iyileştirmeye çabalamışım. Tüm sanrılarıma sus payım “Başka hayatlar, daha zorlu hikâyeler de var” olmuş. İşte ben bugün yüreğimin tam ortasına oturan kayanın tozuna üflemeye gidiyorum. Hüzne başkentlik etmiş çehrelerin yüzünde güller açtırmak hayaliyle ilk kez huzurevine gidiyorum.
Bahardan hallice bir Temmuz gününde, yuvam bellediğim insanların gözlerinin içine bakarak, etrafa gülücükler saçarak huzurevinin bahçesinde yürüyorum. Dışardan bir gözün yabancılığımı hissetmeyeceği bir aşinalıkla yaşlılarla konuşuyorum.
Annesi tarafından engelli doğduğu için terk edilen Nesrin Abla kırmızılar içerisinde. Nesrin Abla sevgi yetimliğinin boşluğunu hep çok severek doldurmaya çalışmış. Kırmızıyı çok sevmiş. Kırmızı elbise, kırmızı oje, kırmızı toka, kırmızı ruj…
Bir eli ve bir bacağı sakat olan Nesrin Abla, hayattaki duruşunu, şen kahkahalarını uzuvlarına değil şükrüne ve anın kıymetini bilmeye bağlıyor. Yaşamına dört kolla ve kırmızı rengiyle sarılıyor. Onun için kırmızı alelade bir renk değil aynı zamanda yaşamının arka fonu.
Ve mutlu…
Nesrin Abla ile vakit geçirdikten bir süre sonra yanından ayrılıyorum. Çünkü ilgilenmem gereken yeni yüzler, bilinmez hikâyeler ve üzerime atılan davetkar bakışlar var.
Anlatmak her ne kadar kendinden soyutlanmaksa, bir insan için de dinlemeye muhatap alınmak değer görmenin en zarif şeklidir.
Bahçedeki banklarda teyzelerle oturuyorum, dinliyorum, gülüşüyorum ve onlarla konuşuyorum. Hayata küsmüş bakışların içini neşeyle değiştirmek gibi bir gayretim var. Bunun en kısa belki en kurnaz yolu olarak iltifatı ve espriyi seçiyorum.
-Kaç gösteriyorum?
+Iıı, 19 hadi bilemedin 20…
(Gülüşmeler…)
Biriyle ilk tanıştığındaki o mesafe ortadan kalkıyor. Buzlar eriyor.
Yaşlılığın acımasız tarafını kovuştururcasına simalarına gizlenmiş güzellikleri onlara tekrar tekrar hatırlatıyorum. Sevgiye ne kadar layık olduklarını hissettirmeye çalışıyorum. Tam o anda bir görevli yanıma yaklaşıyor:
“Sizi kütüphane sorumlumuz Eymen Beyle tanıştırmak istiyorum.”
Elbette deyip beyefendiye eşlik ediyorum.
Kapı açılıyor ve masanın başında kitaplara kapanmış bir adam.
Yaşıtlarına kıyasla dik omurgalı ve keskin tavırlı. Görev bilincini doğumundan bugüne yaşatmış ve gevşekliğe pek de mahal vermemiş, belli. Ses tonu kısık, üslubu bilgece, göz teması kurmadan konuşmuyor.
Öğreniyorum ki Galatasaray Üniversitesi’nde hocalık yapmış. Fransızca, İngilizce ve İtalyanca biliyor. Evin tek çocuğu. Fransız nişanlısını kanserden kaybettikten sonra, kimseye göz ucuyla dahi bakmamış. Evlilik hayali kurduğu nişanlısının yasını kutsal kitap gibi baş üstünde taşımış.
Dinleyen için mazi onun için tazeliğini koruyan bu vahim durum, üzerinden altmış yıl geçmesine rağmen her anlatışında boğazını düğümlüyor ve gözleri doluyor. Kahve içmeyi teklif ediyor.
Anlıyorum ki koca çınarın en az kendisi kadar ihtişamlı yalnızlığının en önemli sırdaşı kahve ve sigara… Kendisi, sigara ve kahveden oluşan 3 kişilik bir yalnızlığı var. Onunla kurduğumuz hem entelektüel, hem sevgi bağı derinleşiyor. Ben onu hayatla barıştırıyorum, o benim Türk kahvesiyle aramı yapıyor.
Huzurevinin kapısında beni bekleyen bir çift gözün varlığı tüm randevularımı iptal ettiriyor. Her gidişimde hevesle kapının önünde beni bekleyen 80’lik bir delikanlı. Yağmurlar yağıyor, fırtınalar kopuyor.
Eymen Amcanın günden güne eridiğine şahit oluyorum. Yürüyüşlerimiz azalıyor. Kahve içmeye dahi mecali olmuyor. Görüşmelerimiz hasta yatağının başucunda gerçekleşiyor. Hiç olmadık bir anda başımdan aşağı kaynar sular döktüren bir haberle irkiliyorum.
Telefonda bir ses, Eymen Amca öldü diyor.
Boğazıma yığılan yumruyu yutkunmak hiç bu kadar zor gelmemişti… Cenazesine yetişiyorum. Çok az kişiyiz. Parmakla birkaç saniyede ayılacak kadar… Onu koşulsuz ve gerçekten seven birkaç kişi…
Bir vasiyeti var diyor yakını:
“Mezarına kahve çekirdekleri ve tütün dökmenizi istedi.”
İlk etapta ilginç gelse de sonra idrak ettiğim vasiyetini yerine getiriyorum.
Toprağına kahve çekirdekleri ve tütün atıyorum.
Huzurevinde başlayıp mezarlıkta bittiği düşünülen hikâyemizi ısrarla içimde sürdürerek yola koyuluyorum…