Hava Durumu

GAZZE’DEN SONRA HOLOKOST (3)

Yazının Giriş Tarihi: 16.03.2024 11:34
Yazının Güncellenme Tarihi: 16.03.2024 11:34

Ön Not:

Değerli okurlar, aşağıda yayınladığımız yazı, Hintli yazar Pankaj Mishra’nın London Review of Books’ta 7 Mart 2024 günü yayınlanan ‘Gazze’den sonra Hokolost’ (The Shoah after Gaza) başlıklı yazısının çevirisidir. Yazı temel olarak İsrail devletinin ulus inşasında bir mit olarak kullandığı Holokost’un anlamı, işlevi ve Gazze’den sonra geçirmiş olduğu anlam kaymalarına, Batı ile İsrail arasındaki simbiyotik ilişkiye, genel olarak Batı medya ve politik elitlerinin ikiyüzlülüğüne ve küresel düzenin adaletsizliğine odaklanan insancıl yönü ağır politik bir kritiktir.

Pankaj Mishra, 1969’da Kuzey Hindistan’da doğdu. Allahabad Üniversitesi Ticaret Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Jawaharlar Nehru Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı alanında yüksek lisans yaptı.

Mishra, New York Times, New York Review of Books, The Guardian, the New Yorker, London Review of Books, Bloomberg View’nın yanı sıra diğer Amerikan, İngiliz ve Hint yayın organları için de edebi ve politik denemeler yazıyor. Dünya çapında ünlü bir yazar olan Mishra, Foreign Policy dergisinin ‘en önemli 100 küresel düşünür’ listesinde yer almaktadır. Ayrıca Mishra, bazı çevreler tarafından Edward Said’in halefi olarak tanımlanmıştır. Türkçeye Öfke Çağı ve Asya’nın Batıya İsyanı adlı iki kitabı çevrilmiştir.

Yazı Mustafa Ekici tarafından, yapay zekâ kullanılarak Türkçeye çevrilmiş ve yeniden düzenlenmiştir. Yazı her biri 6 sayfadan oluşan 3 parça halinde sitemizde sırayla yayınlanacaktır. Yazının 3. ve son ölümünü dikkatinize sunuyoruz. İyi okumalar.

Pankaj Mishra

(Almanya ve Nazilerin sisteme yeniden dahline yönelik) Özgür dünya liderlerinin ve entelektüellerinin bu geniş kapsamlı vurguları, Holokosttan kurtulanları şaşırttı ve üzdü. Ancak o zamanlar henüz modern dünyanın eşsiz ve ayrıcalıklı tanıkları olarak görülmüyorlardı. Savaş sonrası Almanya'nın rahatsız ‘edici filosemitizmi'nden’[1] tiksinti duyan Améry, Alman okuyucuların 'acınası vicdanlarını' rahatsız etmeyi amaçlayan denemelerinde kişisel 'kızgınlıklarını' dile getirmek zorunda kalmıştı. Bunlardan birinde, 1960'ların ortasında Almanya'da yaptığı bir seyahati anlatır. Ülkenin yeni 'zarif' entelektüelleriyle Saul Bellow'un son romanını tartışırken, sıradan Almanların bir ceset yığını karşısında 'taşlaşmış yüzlerini' unutamadığını, Almanlar ve onların 'Batı'nın görkemli salonlarındaki yüksek mevkilerine’ karşı yeni bir 'düşmanlık' beslediğini keşfetti. Améry'nin Gestapo işkencecileri karşısındaki 'mutlak yalnızlık' deneyimi, 'dünyaya olan güvenini' yok etmişti. Kurtuluşundan sonra ancak insanlıkla 'karşılıklı anlayış' yeniden yaşayabildi, çünkü 'bana işkence eden ve beni bir böceğe dönüştürenler insanlığı ’aşağılamayı kışkırtıyordu’ diye yazacaktı. Ancak, evrensel insani ahlaka duyduğu iyileştirici inanç, Batının Almanlara kucak açması ve Nazileri ‘güç oyununa’ yeniden ve hevesle kabul etmesiyle hızla paramparça oldu.

Améry, Amerikan Yahudi Komitesi'nin 1951'de yayınladığı ve 'çoğu Yahudi için Almanya ve Almanlar hakkındaki değerlendirmenin Holokosttan kaynaklanan güçlü duygularla ‘gölgelendiği' gerçeğinden üzüntü duyan personel memorandumunu görseydi kendini daha da ihanete uğramış hissederdi. Novick, diğer etnik gruplar gibi Amerikalı Yahudilerin de çifte sadakat suçlamasından ve savaş sonrası Amerika'nın sunduğu geniş fırsatlardan yararlanmalarının engellenmesinden endişelendiğini söylüyordu. Eichmann davası sırasında yoğun olarak propagandası yapılan Yahudilerin Hitlerin birincil hedefi ve kurbanları olduğu gerçeği, Yahudileri İsraillin varlığına karşı daha duyarlı hale getirdi.[2] Ancak özellikle 1967'deki Altı Gün Savaşı ve 1973'teki Yom Kippur Savaşı'ndan sonra, İsrail'in Arap düşmanları tarafından varoluşsal bir tehditle karşı karşıya olduğu anlaşıldığında Holokost, hem İsrail'de hem de Amerika Birleşik Devletleri'nde, ‘ebediyen düşman bir dünyada’ Yahudilerin savunmasızlığına dair çok güçlü bir sembol haline geldi. Yahudi örgütleri, Amerikan politikalarını İsrail lehine etkilemek üzere 'Bir Daha Asla' sloganını kullanmaya başladı. Doğu Asya'da (Vietnam’da) küçük düşürücü bir yenilgi yaşayan ABD, görünüşte yenilmez olan İsrail'i Ortadoğu'da değerli bir vekil olarak görmeye ve Yahudi devletine cömertçe sübvansiyonlar yapmaya başladı. Buna karşılık, İsrailli liderler ve Amerikalı Siyonist gruplar tarafından desteklenen, ‘Holokostun Yahudiler için mevcut ve yakın bir tehlike olduğu’ söylemi, 1970'lerde Yahudi Amerikalılar için kolektif Yahudi bilincinin temel öğesi haline geldi.
O günlerde Yahudi Amerikalılar, Amerika'daki en eğitimli ve müreffeh azınlık grubuydu ve hızla dinden kopuyorlardı. 1960'ların sonları ve 1970'lerin başlarında Amerika ırksal ve etnik izolasyonun kindar biçimde yaygınlaştığı kutuplaşmış bir toplumdu. Bu izolasyon ve güvensizlik ortamı Yahudi’yi daha fazla asimile olmaya zorladı ve tam da bu süreçte Yahudi Amerikalılar tarihsel bir felaketi (Holokostu) bir kimlik ve ahlaki dürüstlük sembolüne dönüştürerek Holokostun anısına bağlandılar. Böylece soykırımcı antisemitlerin tehdidi altında olduğunu düşündükleri İsrail ile kişisel ve duygusal bağlar kurdular. Çoğunlukla eşitsizlik, yoksulluk, sivil haklar, çevrecilik, nükleer silahsızlanma ve anti-emperyalizmle meşgul olan Yahudi siyasi geleneği, Orta Doğu'nun tek demokrasisine aşırı ilgi ile karakterize olan bir geleneğe dönüştü. Edebiyat eleştirmeni Alfred Kazin, 1960'lardan bu yana tuttuğu günlüklerde, İsrail'in yurtdışındaki ‘en sadık seçmen kitlesini’ yaratmaya yardımcı olan ‘kişisel kimliğin’ psikodramalarını anlatırken şaşkınlık ve küçümseme arasında gidip geliyor:

‘Yahudilerin bugünkü başarısı bir gün büyük bir ironi olarak hatırlanacaktır... Yahudiler tuzağa düştü, Yahudiler öldürüldü ve bingo! Küllerin arasından çıkan kaçınılmaz yas ve Holokost'un sömürülmesi... İsrail, Yahudilerin 'koruyucusu'; Holokost, bir Ağıtlar Kitabı'ndan daha fazlası, bizim yeni Kutsal Kitabımız.’

Kazin’in, Holokostun anlaşılamaz, kıyaslanamaz ve temsil edilemez olduğunu ve Filistinlilerin Kudüs'te hakkı olmadığını iddia eden Amerikan Elie Wiesel[3] kültüne alerjisi vardı. Kazin'e göre, "Amerikan Yahudi orta sınıfı", yaşadıkları dini boşluğu dolduracak birini bulmuştu;

Wiesel "Holokost'un İsa'sı".  İntihar etmeden iki yıl önce 1985'te Amerika’ya yaptığı tek ziyarette, Amerikalı Yahudi azınlığın bu güçlü kimlik politikaları Primo Levi'nin de dikkatini çekti. Wiesel'in (Levi'nin Auschwitz'deki en iyi arkadaşı olduğunu iddia ediyordu ama Levi onunla tanıştığını bile hatırlamadı) ve Amerikalı ev sahiplerinin, Yahudiliğine olan röntgenci takıntısı karşısında şaşkına döndü. Torino'daki arkadaşlarına yazdığı mektupta, Amerikalıların kendisine 'bir Davut Yıldızı tutturduğundan' şikâyet etti. Brooklyn'de yaptığı bir konuşmada Ortadoğu siyaseti hakkında görüşü sorulan Levi, "İsrail tarihsel olarak bir hataydı" demeye başladı. Bir kargaşa çıktı ve moderatör toplantıyı durdurmak zorunda kaldı. O yıl, şimdi gürültülü şekilde İsrail yanlısı olan Commentary dergisi, Levi'ye zehirli saldırılar başlatması için 24 yaşında özenti bir neocon'u görevlendirdi. Levi'nin kendi itirafına göre, bu entelektüel haydutluk (şimdi anti-Siyonist olan o yazar acı şekilde pişmanlık duyuyor) onun 'yaşama isteğini' söndüren etkenlerden biri olmuştur.

Son dönem Amerikan edebiyatı, Holokost zamanda uzaklaştıkça, hatırasının yeni nesil Yahudi Amerikalılar tarafından daha şiddetle sahiplenildiği paradoksunu açıkça ortaya koymaktadır.

1904'te Polonya'da doğan ve pek çok açıdan 20. yüzyılın en önemli Yahudi yazarı olan Isaac Bashevis Singer'ın[4] kurgusunda Holokosttan kurtulanları tasvir ederken gösterdiği saygısızlık beni şok etmişti. Singer ayrıca hem İsrail devletini hem de Amerikalı Hristiyanların hevesli filosemitizmiyle alay etmişti. Shadows on the Hudson gibi bir roman sanki baskının ahlaki karakteri geliştirmediğini kanıtlamak için tasarlanmış. Aksine, Singer'dan çok daha genç ve daha sekülerleşmiş Yahudi yazarlar, Schindler'ın Listesi üzerine kaleme aldığı sert eleştirisinde Gillian Rose'un ifade ettiği "Holokost Dindarlığı"na fazlasıyla kapılmış görünüyorlar. London Review of Books’ta (23 Haziran 2005) yayınlanan ve Nicole Krauss'un İsrail, Avrupa ve ABD'de geçen "The History of Love" adlı romanını inceleyen James Wood, 1974 doğumlu yazarın kitabında "Holokost'un sanki dün gerçekleşmiş gibi ilerlediğini" belirtti. Wood, romanda tasvir edilen Yahudiliğin, 'Krauss'un Holokost'la özdeşleştirmesi yüzünden sahtekarlık ve gösterişe dönüştüğünü' yazdı. 'Minstrelsy’e[5]  varan bu 'Yahudi coşkusu', Holokostun gölgesine fazlaca ilgi göstermeyen' Saul Bellow, Norman Mailer ve Philip Roth gibi eski kuşak Yahudi yazarların eserleriyle keskin bir tezat oluşturuyordu.

Yahudilik ve İsrail ile ilgili konuların Holokostla irtibatlandırma çabası, İsrail hakkındaki Amerikan gazeteciliğini etki altına almış ve zayıflatmıştır. Daha da önemlisi, Holokostun seküler-politik dini ve 1970'lerden bu yana İsrail'le aşırı özdeşleşme, İsrail'in ana sponsoru ABD'nin dış politikasını ölümcül bir şekilde çarpıtmıştır. 1982'de, Reagan'ın Begin'e Lübnan'daki 'soykırımını' durdurmasını söylemesinden kısa bir süre önce, Elie Wiesel'i hocası olarak gören ve saygı duyan genç bir ABD senatörü İsrail başbakanıyla tanıştı. Begin'in sonradan toplantıyla ilgili şaşkınlık dolu anlatımında; senatör, İsrail'in savaş çabalarını övdü ve kadınları ve çocukları öldürmek anlamına gelse bile daha da ileri gidilebileceğini söyleyerek övündü. Begin, gelecekte ABD başkanı olacak Joe Biden'ın bu sözleri karşısında şaşkına dönmüştü: "Hayır efendim," diye ısrar etti. 'Değerlerimize göre, savaşta bile kadınlara ve çocuklara zarar vermek yasaktır... Sivillere zarar vermemek insan uygarlığının bir ölçütüdür."

Uzun süren göreceli barış dönemi, çoğumuzu önceki felaketlerden habersiz ve duyarsız hale getirdi. Bugün hayatta olan çok az kişi, 20. yüzyılın ilk yarısını belirleyen topyekûn savaş deneyimini, Avrupa içinde ve dışındaki emperyalist ve ulusal mücadeleleri, ideolojik kitle seferberliğini, faşizm ve militarizmin patlamalarını hatırlayabilir. Son yarım asır, tarihin en vahşi çatışmaları ve en büyük ahlaki çöküntüleri, insanoğlunun yapabilecekleri veya yapmaya cesaret edebilecekleri konusunda hiçbir dini veya ahlaki sınırlamanın bulunmadığı bir dünyanın tehlikelerini ortaya çıkardı. Geleneksel dinin yerini alan seküler akıl ve modern bilim, yalnızca insan davranışlarını sınırlandırma konusundaki yetersizliklerini ortaya çıkarmakla kalmamış; Auschwitz ve Hiroshima'nın gösterdiği yeni ve etkili katliam yöntemlerinin de suç ortağı olmuşlardı.

1945'ten sonraki on yıllık yeniden yapılanma sürecinde, modern toplum kavramına, açık bir şekilde medenileştirici bir güç olarak kurumlarına, aşırı tutkulara karşı bir savunma olarak yasalarına yeniden inanmak yavaş yavaş mümkün hale geldi. Bu geçici inanç, Nazi suçlarının ortaya çıkmasından türetilen olumsuz bir seküler teoloji tarafından kutsanmış ve onaylanmıştır: Bir Daha Asla. Savaş sonrasının kendi kategorik zorunluluğu, Uluslararası Adalet Divanı ve Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi örgütlerin ve Uluslararası Af Örgütü veya İnsan Hakları İzleme Örgütü gibi tetikte insan hakları örgütlerinin kurulmasıyla yavaş yavaş kurumsal bir biçim kazandı. Savaş sonrası yılların önemli bir belgesi olan 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin önsözü, Avrupa'nın faşist kıyamet geçmişini tekrarlama korkusuyla doludur. Son yıllarda, daha iyi bir sosyoekonomik düzenin ütopik tahayyülleri solarken, insan hakları ideali, Holokost sırasında işlenen büyük kötülüğün hatıralarından daha fazla güç aldı.

Uzun yıllar süren acımasız diktatörlüklerden sonra adalet arayan İspanyollardan, desaparecidosları[6] adına ajitasyon yapan Latin Amerikalılara, Sırp etnik temizlikçilerinden korunma talep eden Bosnalılardan, İkinci Dünya Savaşı sırasında Japonlar tarafından köleleştirilen kadınlar[7] için Kore'nin tazminat talebine kadar, Nazilerin kurbanı olan Yahudilerin hatıraları, aşırı ideolojilerin, vahşet tanımlarının, tanınma ve tazminat taleplerinin çoğunun temelini oluşturur.

Bu anılar, sorumluluk, kolektif suçluluk ve insanlığa karşı suç kavramlarının tanımlanmasına yardımcı oldu. Bütün bu kavramların, insan haklarını vahşice öldürülmeme hakkına indirgeyen askeri insancıllığın savunucuları tarafından sürekli olarak istismar edildikleri doğrudur. Holokostu anmanın kalıplaşmış biçimleri- Auschwitz'e asık suratlı geziler ve ardından Kudüs'te Netanyahu ile coşkulu dostluk gösterileri- antisemitik politikacılar, İslamofobik ajitatörler ve Elon Musk için ucuz saygınlık bileti haline geldiğinde sinizm[8] hızla yayılır. Ya da Netanyahu kendi suçlarına destek karşılığında, Doğu Avrupa'da Holokost sırasında Yahudilerin cellatlığını yapmış olanları sürekli temize çıkarmaya çalışan açıkça antisemitik politikacılara ‘ahlaki af’ verdiğinde. Yine de daha etkili bir şeyin yokluğunda, Holokost, toplumların siyasi ve ahlaki sağlığını ölçmek için bir standart olarak vazgeçilmez olmaya devam ediyor; Hafızası, suiistimale açık olsa da daha sinsi kötülükleri ortaya çıkarmak için hala kullanılabilir. Hitler'in Müslüman karşıtı hayranları ve onların bugün Hindistan üzerindeki habis etkileri hakkında yazdıklarıma baktığımda, bazı tabular yıkıldığında mümkün olan barbarlığa karşı uyarıda bulunmak için Yahudilerin önyargı deneyiminden ne kadar sık alıntı yaptığımı görünce şaşırıyorum.

Tüm bu evrensel referans noktaları – tüm suçların ölçüsü olarak Holokst, bağnazlığın en ölümcül biçimi olarak antisemitizm – İsrail ordusu Filistinlileri katledip aç bırakırken, evlerini, okullarını, hastanelerini, camilerini, kiliselerini yerle bir ederken, onları giderek daha küçük kamplara sürüp bombalarken, BM, Amnesty International ve İnsan Hakları İzleme Örgütü'nden İspanyol, İrlanda, Brezilya ve Güney Afrika hükümetlerine ve Vatikan'a kadar, İsrail'e durması için yalvaran herkesi antisemitik veya Hamas destekçileri olarak damgalayan İsrail tarafından dinamitlemektedir. Bugün, 1945'ten sonra inşa edilen küresel normlar, İsrail’in cezasız kalan terör savaşı ve Vladimir Putin'in Ukrayna'daki intikam savaşı ile dinamitlemektedir. Bugün geçmiş ile şimdi arasında hissettiğimiz derin bir kopukluktur. Bugün, Holokostun uzun zaman boyunca evrensel referans olduğu 1945'in sıfır noktasından bu yana dünyanın ahlaki tarihinde yaşanan derin bir kopukluktur.

Önümüzde daha çok deprem var. İsrailli politikacılar bir Filistin devletini engellemeye karar verdiler. Yakın zamanda yapılan bir ankete göre, İsrailli Yahudilerin mutlak çoğunluğu (yüzde 88) Filistinli kayıpların boyutunun haklı olduğuna inanıyor. İsrail hükümeti Gazze'ye insani yardımı engelliyor. Biden artık ABD’ye bağımlı İsraillin 'rastgele bombalama' suçunu kabul ediyor, ancak yine de onlara daha fazla askeri teçhizat ve silah sağlamaya devam ediyor. 20 Şubat'ta, ABD Birleşmiş Milletler'de, dünyanın çoğunluğunun Gazze'de kan dökülmesini sona erdirmek için yaptığı çaresiz isteği üçüncü kez reddetti. 26 Şubat'ta Biden, bir dondurma külahını yalarken hem İsrail hem de Hamas tarafından hızla reddedilen geçici bir ateşkes fantezisini ortaya attı. Birleşik Krallık'ta, İşçi Partisi ve Muhafazakâr politikacılar, Gazze'deki katliama ‘ahlaki’ bir kılıf sağlarken kamuoyunu yatıştırabilecek fantastik argümanlar arıyorlar. Şimdilik pek inandırıcı görünmese de kanıtlar her gün daha da güçleniyor: özgür dünyanın çöküşüne tanık oluyoruz.

Aynı zamanda Gazze, dünyada sayısız güçsüz insan için 21. yüzyılda siyasi ve ahlaki bilincin temel koşulu haline geldi – tıpkı Birinci Dünya Savaşı'nın Batı'daki bir nesil için olduğu gibi. Ve giderek artan bir şekilde, Holokostu Netanyahu, Biden, Scholtz ve Sunak'tan kurtarabilir ve ahlaki önemini yeniden evrenselleştirebilir; Améry'nin dünya ahlakının dengesi dediği şeyi yeniden kurmak için yalnızca onlara güvenilebilir. Her hafta şehirlerinin sokaklarını dolduran protestocuların çoğunun, Holokostun Avrupa geçmişiyle doğrudan bir ilişkileri yok. İsrail'i, Holokostun kutsadığı tam ve kalıcı güvenlik talebinden ziyade Gazze'deki eylemleriyle yargılıyorlar. Holokostu bilseler de bilmeseler de İsrail'in ondan çıkardığı kaba sosyal-Darwinist dersi reddediyorlar – bir grup insanın diğerinin pahasına hayatta kalması. 1945'ten sonra küresel çapta arzu edilen ideallerle motive oluyorlar: özgürlüğe saygı, inançların ve yaşam biçimlerinin farklılığına hoşgörü; insan ıstırabıyla dayanışma ve zayıf ve zulüm görenler için ahlaki bir sorumluluk duygusu. Bu erkekler ve kadınlar, Holokosttan çıkarılacak bir ders varsa, bunun 'Hiç Kimse İçin Bir Daha Asla' olduğunu biliyorlar: Barış için Yahudi Sesi'nin cesur genç aktivistlerinin sloganı.[9]

Kaybetmeleri mümkündür. Belki de hayatta kalma psikozu ile İsrail, George Steiner'in dediği gibi 'acı kalıntı' değil, daha ziyade iflas etmiş ve tükenmiş bir dünyanın geleceğinin habercisidir. Arjantin'den Javier Milei ve Brezilya'dan Jair Bolsonaro gibi aşırı sağcı figürlerin İsrail'i tam anlamıyla desteklemesi ve beyaz milliyetçilerin siyasi yaşamı enfekte ettiği ülkeler (ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya) tarafından himaye edilmesi, bireysel haklar, açık sınırlar ve uluslararası hukuk dünyasının gerilediğini gösteriyor. İsrail'in Gazze'de ve hatta Batı Şeria'da etnik temizlik yapmayı başarması mümkün. Ahlaki evrenin ibresinin adalete doğru dönmediğine dair çok fazla kanıt var; Güçlü adamlar katliamlarını gerekli ve doğru gösterebilirler. İsrail saldırısının muzaffer bir şekilde sonuçlandığını hayal etmek hiç de zor değil.

Biden'ın kampanya konuşmalarını engelleyen ve salonlardan "dört yıl daha" sloganları eşliğinde kovulan protestocuların zihninde korku, felaketle sonuçlanacak bir yenilgi endişesi yaratıyor. Her gün Gazze'den gelen videolardaki inanılması güç görüntüler ve daha dizginsiz vahşet korkusu, Batı basınını bu zalimlerle yakınlıkları nedeniyle suçlayan çevrimiçi muhaliflerin peşini bırakmıyor. İsrail'i soykırım yapmakla suçlayarak, ülkeyi ve Holokostu modern tarihin ırkçı yayılmacılığının dışına yerleştiren 'ılımlı' ve 'mantıklı' görüşü ret ediyorlar. Ve muhtemelen katılaşmış Batı siyasi ana akımında hiç kimseyi ikna edemiyorlar.

Ama sonra Améry'nin, kızgınlıklarını zamanının ‘acınası vicdanına’ yöneltirken, ‘hiç de ikna etme niyetiyle’ konuşmuyordu; ‘ağırlığı ne olursa olsun, sözümü körü körüne tartıya atıyorum.’ Özgür dünya tarafından aldatılmış ve terk edilmiş hissederek, 'suçun suçlu için ahlaki bir gerçeklik haline gelmesi, vahşetinin gerçeğine sürüklenmesi için' kızgınlıklarını dile getiriyordu.

Bugün İsrail'i suçlayanlar biraz daha fazlasını hedefliyor gibi görünüyor. Vahşet eylemlerine, ihmal ve karartma yoluyla yapılan propagandaya karşı, milyonlarca insan artık kamusal alanlarda ve dijital medyada öfkeli kızgınlıklarını ilan ediyor. Bu süreçte, hayatlarını kalıcı olarak küstürme riskiyle karşı karşıya kalabilirler. Ama belki de tek başına onların öfkesi, Filistinlilerin katilleri karşısındaki ‘mutlak yalnızlık hissini’ şimdilik hafifletecek ve Holokostun anısını kurtarmak için bir yol kat edecektir.

[1] Judeofili olarak da adlandırılan Filosemitizm, Yahudi olmayan bir kişinin Yahudilere ilgi duyması, saygı göstermesi ve onları takdir etmesidir. Yahudi olmayan bir bireyin Yahudi tarihine, Yahudi kültürüne (Yahudi mutfağı ve Yahudi dilleri dahil) ve Yahudiliğe olan düşkünlüğü ile ifade edilir.

[2] Otto Adolf Eichmann, Hitler’e sunduğu ‘Yahudi Sorunun Nihai Çözümü’ raporuyla Holokostun en önemli organizatörlerinden sayılmış Nazi Subayıdır. İsrail Başbakanı David Ben- Gurion 1960’ta Arjantin'de bulunan Eichmann’ı kaçırtıp İsrail’e getirtti. Yargılanması Kudüs Bölge Mahkemesi’nde yapıldı ve 1962’de asıldı. O sıralar The New Yorker Gazetesi için davayı takip eden Hannah Arendt’in, daha sonra ‘Kötülüğün Sıradanlığı’ başlığıyla yayınlanan ünlü kitabı Eichmann davasına dair notlardır.

[3] Elie Wiesel, 1928-2016 yılları arasında yaşamış Romanya doğumlu Amerikalı Yahudi yazar ve Holokost mağduru. Wiesel, "Gece" adlı otobiyografik eseriyle tanınmaktadır. BM kitaplığında bulunan 10 ciltlik Holokostta Hayatta Kalanların Anıların Projesi büyük oranda Elie Wiesel’in girişimiyle ortaya çıkmıştır. Daha sonra Holokost Endüstrisi olarak kavramsallaşacak olan Yahudi acılarının istismarı konusunda Elie Wiesel, o dönem Amerikan Yahudileri için kült bir karakterdi.

[4] Isaac Bashevis Singer, 1904 yılında Polonya'da doğmuş ve 1991 yılında ABD’de ölmüş Polonya asıllı Yahudi yazar. Nobel Edebiyat Ödülü sahibi de olan Singer, genellikle Yahudi kültürü, gelenekleri ve inançları üzerine yazdığı eserleriyle tanınmaktadır. Eserlerinde sıklıkla mistik ve gerçeküstü öğeleri kullanmıştır. Kitapların bazıları Türkçeye de çevirilmiştir.

[5] 19. yüzyılın başlarında geliştirilen bir Amerikan tiyatro biçimiydi. Gösteriler, Afrikalı Amerikalılara ilişkin ırkçı stereotipleri komik bir şekilde tasvir etmek amacıyla siyahyüz makyajı yapan beyaz oyunculardan oluşuyordu. Tiyatro, siyahları ahmak, tembel, soytarı, korkak, batıl inançlı ve talihli olarak gösteriyor. Her gösteri, özellikle Afrika kökenli insanları tasvir eden komik skeçler, varyete gösterileri, dans ve müzik performanslarından oluşuyordu.

[6] "Desaparecidos" İspanyolca kökenli bir terim olup Türkçe'ye "kayıp" veya "kayıplar" olarak çevrilebilir. Bu terim genellikle siyasi nedenlerle kaybedilen veya gözaltında kaybolan kişileri ifade etmek için kullanılır.

[7] "Comfort women" terimi Türkçe'de "cinsel kölelik " olarak çevrilebilir. Bu terim II. Dünya Savaşı sırasında Japon İmparatorluğu tarafından cinsel kölelik amacıyla kullanılan kadınları tanımlamak için kullanılır. Japonların farklı uluslardan 50.000 ile 20.000 arasında değişen sayıda kadını Japon ordusuna cinsel köleliğe zorladığı tahmin ediliyor.

[8] Sinizm", genellikle eleştirel, alaycı ve umutsuz bir tutumu ifade etmek için kullanılan kavram.

[9] https://www.jewishvoiceforpeace.org/

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.