Hava Durumu

GAZZE’DEN SONRA HOLOKOST (1)

Yazının Giriş Tarihi: 10.03.2024 23:26
Yazının Güncellenme Tarihi: 10.03.2024 23:26

Ön Not:

Değerli okurlar, aşağıda yayınladığımız yazı, Hintli yazar Pankaj Mishra’nın London Review of Books’ta 7 Mart 2024 günü yayınlanan ‘Gazze’den sonra Hokolost’ (The Shoah after Gaza) başlıklı yazısının çevirisidir. Yazı temel olarak İsrail devletinin ulus inşasında bir mit olarak kullandığı Holokost’un anlamı, işlevi ve Gazze’den sonra geçirmiş olduğu anlam kaymalarına, Batı ile İsrail arasındaki simbiyotik ilişkiye, genel olarak Batı medya ve politik elitlerinin ikiyüzlülüğüne ve küresel düzenin adaletsizliğine odaklanan insancıl yönü ağır politik bir kritiktir.

Pankaj Mishra, 1969’da Kuzey Hindistan’da doğdu. Allahabad Üniversitesi Ticaret Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Jawaharlar Nehru Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı alanında yüksek lisans yaptı.

Mishra, New York Times, New York Review of Books, The Guardian, the New Yorker, London Review of Books, Bloomberg View’nın yanı sıra diğer Amerikan, İngiliz ve Hint yayın organları için de edebi ve politik denemeler yazıyor. Dünya çapında ünlü bir yazar olan Mishra, Foreign Policy dergisinin ‘en önemli 100 küresel düşünür’ listesinde yer almaktadır. Ayrıca Mishra, bazı çevreler tarafından Edward Said’in halefi olarak tanımlanmıştır. Türkçeye Öfke Çağı ve Asya’nın Batıya İsyanı adlı iki kitabı çevrilmiştir.

Yazı Mustafa Ekici tarafından, yapay zekâ kullanılarak Türkçeye çevrilmiş ve yeniden düzenlenmiştir. Yazı her biri 6 sayfadan oluşan 3 parça halinde sitemizde sırayla yayınlanacaktır. İyi okumalar.

GAZZE’DEN SONRA HOLOKOST (1)

Pankaj Mishra

1977'de, intihar etmeden bir yıl önce, Avusturyalı yazar Jean Améry, İsrail hapishanelerinde Arap mahkumlara karşı sistematik işkence yapıldığına dair basında çıkan haberlere rastladı. 1943'te Belçika'da Nazi karşıtı broşürler dağıtırken tutuklanan Améry, Gestapo tarafından acımasızca işkence görmüş ve ardından Auschwitz'e sürülmüştü. Hayatta kalmayı başardı, ancak maruz kaldığı işkencelere asla geçmişte kalmış şeyler olarak bakamadı. İşkence görenlerin işkence görmeye devam ettiğini ve travmalarının geri dönülmez olduğunu vurguladı. Nazi ölüm kamplarından kurtulan birçok kişi gibi, Améry de 1960'larda İsrail'le 'varoluşsal bir bağ' hissetmeye başladı. Yahudi devletini eleştiren solcuları 'düşüncesiz ve vicdansız' olmakla suçladı ve saplantılı bir şekilde saldırdı. Améry, şimdilerde İsrail'in liderleri ve destekçileri tarafından sıklıkla kullanılan ‘azılı antisemitlerin kendilerini erdemli anti-emperyalistler ve anti-Siyonistler olarak gizledikleri’ iddiasını ilk ortaya atanlardan biridir muhtemelen. Yine de İsrail hapishanelerindeki işkenceye ilişkin 'kuşkusuz yarım yamalak' haber ve raporlar, Améry'yi Yahudi devletiyle dayanışmasının sınırlarını düşünmeye sevk etti. Yayınladığı son makalelerinden birinde şöyle yazıyordu: "İnsan olmak isteyen tüm Yahudileri, sistematik işkencenin radikal bir şekilde kınanmasında acilen bana katılmaya çağırıyorum. Barbarlığın başladığı yerde, varoluşsal bağlılıklar bile sona ermelidir."

Améry, Menahem Begin'in 1977'de İsrail başbakanı olarak ilan edilmesinden özellikle rahatsız oldu. 1946'da Kudüs'teki King David Oteli'nin bombalanmasını ve 91 kişinin öldürülmesini organize eden Begin, İsrail'i yönetmeye devam eden Yahudi üstünlükçülüğünün açık sözlü savunucularından ilkiydi. Ayrıca, Araplara saldırırken ve İşgal Altındaki Topraklarda yerleşim yerleri inşa ederken rutin olarak Hitler'i, Holokost'u ve İncil'i kullanan ilk kişiydi.

İlk yıllarında İsrail devletinin Holokost ve kurbanlarıyla ikircikli bir ilişkisi vardı. İsrail'in ilk başbakanı David Ben-Gurion, başlangıçta Holokosttan kurtulanları 'insan enkazı' olarak tasvir etti ve kurtulanların sadece 'kötü, sert ve bencil' oldukları için hayatta kaldıklarını iddia etti. Ben-Gurion'un rakibi, Polonyalı bir demagog olan Begin ise tersine, altı milyon Yahudi'nin öldürülmesini ulusal bir mite ve İsrail kimliği için yeni bir temele dönüştürdü. Böylece İsrail müesses nizamı, militan ve yayılmacı bir Siyonizmi meşrulaştırmak için kullanılabilecek çok özel bir Holokost versiyonunu üretmeye ve yaymaya başladı.
Améry bu yeni retoriğe dikkat çekti ve bunun İsrail dışında yaşayan Yahudiler açısından yıkıcı sonuçları konusunda kategorik bir tavır sergiledi; 'Tevrat ve İncil'deki vaatlere başvurarak' açıkça Filistin topraklarının çalınmasından söz eden Begin, 'diasporadaki Yahudilerin İsrail'le ilişkilerini gözden geçirmeleri için tek başına yeterli sebeptir' diye yazdı Améry. İsrail liderlerine 'özgürlüğünüzü ancak Filistinli kuzenlerinizle birlikte hareket ederek elde edebilirsiniz, onlara karşı savaşarak değil’ diye adeta yalvardı.

Beş yıl sonra Begin, Arapların yeni Naziler ve Yaser Arafat'ın yeni Hitler olduğu konusunda ısrar ederek Lübnan'a saldırdı. Ronald Reagan onu bir 'soykırım' yapmakla suçlayıp buna son vermesini emrettiğinde, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) on binlerce Filistinli ve Lübnanlıyı öldürmüş ve Beyrut'un büyük bir bölümünü yok etmişti bile. Sırp asıllı Yahudi yazar Aleksandar Tišma, Kapo (1993) adlı romanında, Holkokosttan sağ kurtulan pek çok kişinin Lübnan'dan gelen görüntüler karşısında hissettiği tiksintiyi tasvir eder: 'Yahudiler, akrabaları, çağdaşlarının oğulları ve torunları, Nazi kamplarının eski mahkumları, bayraklar dalgalandırarak savunmasız yerleşim yerlerine tank kuleleri içinde girdiler, tanklarla, makineli tüfek mermileriyle insan bedenlerini, etlerini parçaladılar, hayatta kalanları ise dikenli tellerle çevrili kamplarda topladılar.'

Améry ile aynı zamanda Auschwitz'in dehşetini yaşamış ve aynı zamanda yeni Yahudi devletine duygusal bir yakınlık hisseden Primo Levi, hemen bir açık protesto mektubu düzenledi ve verdiği bir röportajda şunları söyledi: 'İsrail hızla tam bir izolasyonun içine yuvarlanıyor... İsrail'in mevcut egemen sınıfının hataları üzerinde soğukkanlılıkla düşünebilmek için İsrail'le duygusal dayanışma dürtülerimizi bastırmalıyız. Bu egemen sınıftan kurtulun!'  Kurgu ve kurgu olmayan eserlerinde Levi, yalnızca ölüm kampında geçirdiği zaman ve bu kampın acı dolu ve çözümsüz mirası üzerine değil, aynı zamanda insan onur ve haysiyetine yönelik tehditler üzerine de düşünmüştü. Özellikle Begin'in Holokost’u istismar etmesi onu öfkelendirmişti. İki yıl sonra, 'Yahudi dünyasının ağırlık merkezinin geriye dönmesi, İsrail'den çıkıp yeniden diasporaya dönmesi gerektiğini' savundu. 

Améry ve Levi tarafından dile getirilen bu tür konular, bugün ağır bir şekilde Yahudi karşıtlığı olarak kınanıyor. Holokosttan kurtulanlar veya tanıkları arasında Siyonizm’e dair bu türden yeni değerlendirmeler ve Yahudilerin dünyadaki algısına ilişkin kaygıların çoğunun, İsrail'in Filistin topraklarını işgal etmesi ve onun manipülatif yeni mitolojisi tarafından kışkırtıldığını hatırlamakta fayda var. 1993'te İsrail Ödülü'nü kazanan ilahiyatçı Yeshayahu Leibowitz, 1969'da İsrail'in 'Nazileştirilmesine' karşı uyarıda bulunuyordu. 1980'de İsrailli köşe yazarı Boaz Evron, bu ahlaki çürümenin işleyişini dikkatlice tanımladı: Filistinlileri Nazilerle aynı kefeye koyma ve yeni bir Holokostun eli kulağında olduğunu haykırma taktiği, sıradan İsraillileri "her türlü ahlaki kısıtlamadan" kurtarmaktı, çünkü yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan biri, kendisini kurtarma çabalarını kısıtlayabilecek herhangi bir ahlaki düşünceden muaf görüyordu. Evron, Yahudilerin 'Yahudi olmayanlara insanlık dışı' muamelesi yapabileceğini ve 'ırkçı Nazi tutumlarını' taklit edebileceğini yazdı.

Evron, ayrıca İsrail'in Amerikan Yahudi nüfusu içindeki (o zamanlar yeni ve ateşli) destekçilerine karşı da dikkatli olunması çağrısında bulundu. Onlar için, İsrail'i savunmanın "Yahudi kimliklerindeki odağın kaybolması nedeniyle" gerekli hale geldiğini savundu, iyice silikleşen Yahudi kimliklerini İsrail’i savunarak vurguluyorlardı. Gerçekten de Evron'a göre, varoluşsal eksiklikleri o kadar büyüktü ki, İsrail'in özgürlük ve bağımsızlığını değil Amerikan Yahudi desteğine bağımlılığının artmasını ve sürekliliğini, kendilerine ihtiyaç duyulduğunu hissetmek istiyorlardı.

Ayrıca, Yahudilerin genellikle sert, erkeksi savaşçılar olarak algılanmadığı bir toplumda, sosyal ve duygusal bir karşılık olarak 'İsrailli kahramana' da ihtiyaçları var. Böylece İsrailli, Amerikalı Yahudi'ye, her ikisi de gerçeklikten uzak olan ikili, çelişkili bir imaj (güçlü süpermen ve potansiyel Holokost kurbanı) sağlıyor.

Polonya doğumlu Yahudi filozof ve 1970'lerde İsrail'in ‘kutsal ve mutlak doğru savaşçı ruhundan’ kaçmadan önce üç yılını İsrail'de geçiren Nazizm mültecisi Zygmunt Bauman, holokostun İsrail ve destekçileri tarafından 'özelleştirilmesi' olarak gördüğü durumdan ümidini kesmişti. 1988'de, Holokostun, bunu mümkün kılan koşullar dünya çapında yeniden ortaya çıkarken bile, "Yahudilerin özel bir deneyimi olarak, Yahudiler ile onlardan nefret edenler arasındaki bir mesele olarak" hatırlanmaya başladığını yazmıştı. Seküler hümanizme olan dingin inançtan kolektif deliliğe sürüklenen holokosttan sağ kurtulanlar, hayatta kaldıkları- eşi görülmemiş büyüklükteki- şiddetin, esasen sağlam modern medeniyetten bir sapma olmadığını sezdiler. Bunun sorumlusu tamamen Yahudilere karşı eski bir önyargıya atfedilemez. Teknoloji ve rasyonel iş bölümü, sıradan insanların kitlesel imha eylemlerine temiz bir vicdanla, hatta erdem heyecanıyla katkıda bulunmalarını mümkün kıldı ve bu tür kişisel olmayan ve mevcut öldürme yöntemlerine karşı önleyici çabalar, antisemitizme karşı uyanık olmaktan daha fazlasını gerektiriyordu.

Geçenlerde bu makaleyi hazırlamak için kitaplarıma döndüğümde, burada alıntıladığım birçok pasajın altını çizdiğimi fark ettim. Günlüğümde George Steiner'den ('silahlarla dolu ulus-devlet acı bir kalıntıdır, kalabalık erkekler çağında bir saçmalıktır') ve Abba Eban'dan ('Artık kendi ayaklarımız üzerinde durmamızın zamanı geldi, altı milyon ölünün ayakları üzerinde değil') kopyalanan satırlar var. Bu açıklamaların çoğu, İsrail'e ve İşgal Altındaki Topraklara ilk ziyaretime, masumiyetimle iki kafa karıştırıcı soruyu yanıtlamaya çalıştığım zamana kadar uzanıyor: İsrail nasıl oldu da mültecilerden oluşan bir nüfusun üzerinde bu kadar korkunç bir ölüm-kalım gücü uygulamaya başladı ve Batılı siyasi ve gazetecilik ana akımı açıkça sistematik olan bu zulümleri ve adaletsizlikleri nasıl görmezden gelebilir, hatta haklı gösterebilir? Hindistan'daki üst kasttan Hindu milliyetçilerinden oluşan ailemin Siyonizm’e saygılı tavırlarını özümseyerek büyümüştüm. Hem Siyonizm hem de Hindu milliyetçiliği 19. yüzyılın sonlarında bir aşağılanma deneyiminden ortaya çıktı; İdeologlarının çoğu, Yahudiler ve Hindular arasında utanç verici bir ‘erkeklik eksikliği’ olarak algıladıkları şeyin üstesinden gelmeyi arzuluyorlardı., 1970’te Hindistan’da iktidardaki Filistin yanlısı Kongre Partisinin ‘iktidarsız ‘muhalifleri olan Hindu milliyetçileri için, Begin, Ariel Sharon ve Yitzhak Shamir gibi uzlaşmaz Siyonistler, güçlü ulus olma yarışını kazanmış gibi görünüyordu. (Hindu milliyetçileri artık uzlaşmaz Siyonist liderleri kıskanmıyor, tersine Hindu trolleri Benjamin Netanyahu'nun dünyadaki en büyük hayran kulübünü oluşturuyor artık.) Duvarımda Altı Gün Savaşı sırasında IDF genelkurmay başkanı ve savunma bakanı olan Moşe Dayan'ın bir resminin asılı olduğunu hatırlıyorum, ve kaba güce olan çocuksu tutkum dindikten çok sonra bile, İsrail'i, liderlerinin 1960'lardan itibaren ülkeyi Holokost kurbanları için bir kurtuluş ve tekrarlanmasına karşı sarsılmaz bir garanti olarak sunmaya başladıkları haliyle görmeye devam ettim.

Almanya'nın 1920'ler ve 1930'lardaki sosyal ve ekonomik çöküşü sırasında günah keçisi ilan edilen Yahudilerin durumunun Batı Avrupalı ​​ve Amerikalı liderlerin vicdanında ne kadar az yer tuttuğunu, Holokosttan sağ kurtulanların bile soğuk bir tavırla karşılandığını ve Doğu Avrupa'da ve yeni pogromlarla karşılandığını biliyordum. Filistin davasının haklılığına inanmış olsam da Siyonist mantığa direnmekte zorlandım: Yahudilerin Yahudi olmayan topraklarda hayatta kalamayacağı ve kendilerine ait bir devlete sahip olmaları gerektiği. Hatta dünyadaki tüm ülkeler arasında yalnızca İsrail'in ‘var olma hakkını meşrulaştırmaya’ ihtiyaç duymasının adaletsiz olduğunu bile düşündüm.

Büyük acılar çekmenin veya büyük bir vahşetin kurbanları olmanın, insana ahlaki bir üstünlük kazandıracağı ve bu ahlaki üstünlükle hareket etmek için sağlam bir karakter kazandıracağını düşünecek kadar saf değildim. Dünün kurbanlarının bugünün zalimleri olma ihtimalinin hiç de azımsanmaması gerektiği, eski Yugoslavya, Sudan, Kongo, Ruanda, Sri Lanka, Afganistan ve diğer pek çok yerdeki organize şiddetten çıkarmamız gereken önemli bir derstir. İsrail devletinin Holokosttan çıkardığı ve daha sonra bir baskı mekanizması içinde kurumsallaştırdığı karanlık anlam karşısında hâlâ şoktaydım. Filistinlilerin hedef alınarak öldürülmesi, kontrol noktaları, ev yıkmalar, toprak hırsızlıkları, keyfi ve süresiz gözaltılar ve hapishanelerdeki yaygın işkence, bütün bu göstergeler acımasız bir ulusal ahlakı ilan ediyor gibiydi: İnsanlık güçlüler ve zayıflar olarak ikiye bölünmüştür ve bu nedenle de Kurban olmuş ya da olmayı bekleyenler, muhtemel düşmanlarını önceden ezmelidirler.

Edward Said'i okumuş olmama rağmen, İsrail'in Batı'daki üst düzey destekçilerinin, Begin'den bu yana tüm İsrail rejimleri tarafından yeniden üretilen nihilist ‘en güçlünün hayatta kalması’ ideolojisini nasıl sinsice gizlediklerini keşfettiğimde yeniden şok oldum. Mülksüzleştirilenlerin ve insanlıktan çıkarılanların acılarıyla olmasa bile, işgalcilerin suçlarıyla ilgilenmek savundukları değerlerin gereğiydi; ancak ne acılar ne de suçlar  Batı dünyasının saygın basınında kayda değer yer bulmadı veya üstün körü haberlerle geçiştirildi ya da görmezden gelindi. Washington'un İsrail'e körü körüne bağlılık gösterisine dikkat çeken herkes, antisemitizmle ve Holokostun derslerini görmezden gelmekle suçlanıyor. Ve Holokosta ilişkin bu çarpık bilinç, altında ezildikleri ağır zulme ve sefalete daha fazla dayanamayan ve zalimlerine karşı öngörülebilir bir ‘gaddarlıkla’ ayaklanan İsrail'in kurbanlarını yeni bir Holokost gerçekleştirmeye kararlı Naziler olarak suçlamaya hazırdır.

Améry, Levi ve diğerlerinin yazılarını okuyup kendime notlar çıkarırken, İsrail'in Holokost hakkındaki kasvetli yorumuna ve Batılı müttefiklerinin İsrail'e bahşettiği yüksek ahlaki liyakat sertifikalarına maruz kaldıktan sonra bile hissettiğim huzursuz edici ‘yanlış tarafta bulunma’’ duygusunu bir şekilde hafifletmeye çalışıyordum. Sözde medeni bir Avrupa ulus devletinin (Nazi Almanya’sının) milyonlarca insana yaşattığı canavarca terörü kendi zayıf bedenlerinde yaşayan ve Holokostun anlamının deformasyonuna ve kötüye kullanılmasına karşı sürekli tetikte olmaya kararlı bu insanlardan bir tür güvence arıyordum.

Batı'daki bir siyaset ve medya sınıfı, İsrail'e yönelik giderek artan çekincelerine rağmen, ırkçı, milliyetçi demagogların askeri işgal ve kontrolsüz ilhakına ilişkin katı gerçekleri koro halinde durmaksızın örtbas ediyor: bu koro, İsrail'in Ortadoğu'nun tek demokrasisi olarak kendini özellikle ‘soykırımcı vahşilere’ karşı savunma hakkına sahip olduğunu söylüyor.

Sonuç olarak, bugün Gazze'deki İsrail barbarlığının kurbanları, bırakın yardım almayı, yaşadıkları acının Batılı seçkinler tarafından açıkça tanınmasını bile sağlayamıyor. Geçtiğimiz aylarda dünya çapında milyarlarca insan, Lahey'deki Uluslararası Adalet Divanı'nda Güney Afrika temsilcisi İrlandalı Avukat Blinne Ní Ghrálaigh'in dediği gibi, kurbanlarının "dünyanın bir şeyler yapabileceğine dair umutsuzca, şimdiye kadar boşa çıkmış bir umutla, kendi yıkımlarını gerçek zamanlı olarak yayınladıkları" olağanüstü bir saldırıya tanık oldu.

Ancak dünya ya da daha spesifik olarak Batı hiçbir şey yapmıyor. Daha da kötüsü, Gazze'nin işgal ve ilhakı, İsrail tarafından ana hatları çizilmiş ve ilan edilmiş olmasına rağmen, Batı'nın askeri ve kültürel hegemonya araçları tarafından her gün gizleniyor: Filistinlilerin yalancı olduğunu iddia eden ABD başkanı ve İsrail'in kendini savunma hakkına sahip olduğunu söyleyen Avrupalı politikacılardan, Gazze'de gerçekleştirilen katliamları anlatırken oldukça pasif ses çıkaran prestijli haber kuruluşlarına kadar hepsi bu gizleme, yok sayma, karartma çabasına karalılıkla devam ediyor.  

Kendimizi eşi benzeri görülmemiş bir durumla karşı karşıya buluyoruz. Daha önce hiç bu kadar fazla sayıda insan gerçek zamanlı olarak endüstriyel ölçekte bir katliama tanık olmamıştı. Yine de hâkim olan vurdumduymazlık, çekingenlik ve sansür, şokumuza ve kederimize izin vermiyor, hatta alay ediyor. Gazze'den gelen bazı görüntüleri ve videoları gören çoğumuz – bir araya getirilmiş ve toplu mezarlara gömülmüş cesetlerin sarsıcı görüntüleri, yas tutan ebeveynlerin ellerinde tuttukları çocuk cesetleri veya düzgün sıralar halinde yere yatırılan daha küçük cesetler – son birkaç aydır sessizce deliriyoruz. Her gün, hayatımızı sürdürürken bizim gibi yüzlerce sıradan insanın öldürüldüğü ya da çocuklarının öldürülmesine tanık olmaya zorlandığı bilinciyle zehirleniyoruz.

(Devam edecek.)

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.