Her insan anne rahmine düşer, şayet doğarsa kendine göre bir zamanda, kendi ömrü kadar yaşar ve ölür. İnsan öleceğini bilerek yaşayan tek canlıdır. Ömrün süresi her bir insanda farklı; hatta anne karnında kalma süresi bile kendine has. Peki herkesin yaşam öyküsü aynı mı?
Bu dünyada milyarlarca insan yaşadı, yaşıyor ve yaşayacak. Öykülerini tüm detaylarıyla ele alırsak her birinde bambaşka kombinasyonlar ve sonuçlar elde edeceğimiz kesin. Diğer yandan bakınca da birkaç farklı fiziksel özellikten birine sahip, benzer yaşam biçimlerine hevesli, bir liste halinde sayabileceğimiz bir kaç tepkiden birini seçerek davranışa döken canlılarız. Ne kadar birbirimizden farklı, aslında ne kadar aynıyız? Diğer konularda olduğu gibi yaşayamama konusunda da oldukça benziyoruz birbirimize.
Modern çağın sorunlarından belki de en önemlisi yaşayamama hastalığıdır. Yani aslında bu dünyada teorik olarak yaşıyorken, gittikçe cansızlaşan ve anlamsızlaşan ruhlara dönüşüyoruz. Bir insanın hayatının anlamı ne olursa olsun yaşadığı andan ve yaptığı şeyden keyif alma, anda kalma sonucunu veriyorsa o insanın hayatında bir anlam var diyebiliriz. Oysa bu özelliği barındıran kişi sayısı her geçen yıl azalıyor. Yaşayamama hastalığı bir pandemi gibi yayılıyor; ama bu kez insandan insana değil, nesilden nesile geçerek. Bunun sebeplerini anlatmak için ciltlerce kitap yazılabilir fakat ben size sadece birinden kısaca bahsetmek istiyorum. Mükemmelliyetçilik! Belki de nesilden nesile geçme özelliği bakımından listenin en başlarında.
Mükemmelliyetçilik, insanın kendisinden veya yakınlarından her konuda çok yüksek performans hatta kusursuzluk bekleme halidir.Toplumda övünülecek bir şeymiş gibi algılanan bu tutum aslında oldukça tehlikeli ve sağlıksızdır. Mükemmelliyetçiliğin sebeplerine bakıldığında, kişinin hayatının ilk yıllarında anne ve babasıyla kurduğu ilişkilerin (anne-baba yoksa ona ilk yıllarda bakım veren herkes olabilir) ne denli önemli bir köken olduğu yıllardır yapılan araştırmalarla saptanmıştır. Çocukluk yıllarında sürekli yargılanan ve eleştirilen kişiler bu yetersizlik duygusunu benimser ve hayatının ileriki dönemlerinde de ebeveynlerinin bu kusursuz standartlarını içselleştirmiş biçimde hayatına devam eder. Kişi, çocukluğunda karşılanmayan kabul ve onay ihtiyacını hayatı boyunca ancak mükemmel biri olarak doyurabileceğini zanneder. Mükemmelliyetçi kişiler, kendisinde ve çevresinde olan eksiklere tahammül etmekte zorlanırlar çünkü ebeveynin yargılayıcı tutumunu içselleştirmek suretiyle suçlayıcı bir iç ses ile sürekli olarak muhattaptırlar.
Son yıllarda yapılan araştırmalar bu tehlikeli tutumun yaygınlığının çok fazla artmaya başladığını gösteriyor. Bu durum yeni kuşakların öncekilere göre daha üzgün, daha mutsuz ve daha yetersiz hissettiğini gösteriyor.
Mükemmelliyetçilik insanı yaşamdan alıkoyan bir özelliktir. İnsanın yaptığı şeyden, yaşadığı andan keyif almak yerine kusursuzluğu ile ilgili endişe barındırdığı için aslında ona zulmeden ve yaşamını sömüren bir taraftır. Kişiyi yaşayamama hastalığı ile hızlıca enfekte eder, dahası kendinden sonraki nesle aktarılır çünkü mükemmelliyetçi kişi bunun zararlarının bilincinde olmazsa ve insanın kusursuz olamayacağının farkına varamazsa, çok büyük bir ihtimalle kendinden olan yavrusunun da mükemmel olması için ona eksiklerini ve hatalarını söylemek suretiyle onu da mükemmel yapmaya çalışacaktır.
Hele bir de mükemmelliyetçiliğin dostu olan bir şey var ki o da sosyal medya. Biz eksiklerimizi ya da bir konuda 'yeterince iyi olmadığımızı' çevremizdekileri referans alarak ve karşılaştırarak belirleriz. Eskiden insanların hayatı boyunca gördüğü insan sayısı sınırlı iken, sosyal medya sayesinde asla aynı havayı solumayacağımız insanların bile moda algısından, evindeki eşyalardan, arabasından, gezdiği yerlerden, çocuklarıyla yaptığı etkinliklerden, bir gün boyunca neler yaptığından detayına kadar haberdarız. Üstüne üstlük izlenirlikle para kazanma oranı paralel olduğundan dolayı içerik üretip izlenirlik arttırmak adına her şeyin en güzeli en mükemmeli gözümüze sokuluyor her ekran kaydırdığımızda. Bu da sahip olduklarımızın, yaptıklarımızın, eş-anne-baba-çocuk rollerimizin aslında o kadar da 'mükemmel olmadığını' her fırsatta yüzümüze vuruyor. Zaten kendimizi eleştirmeye ve mükemmellik gibi bir imkansızlığa ulaşmaya çalışırken sosyal medyada maruz kaldığımız bu şeyler bizim mükemmellik eşiğimizi her geçen gün arttırıyor ve artık o mükemmellik bize eskisinden daha uzak ve biz her geçen gün kendimize daha anlayışsız ve küskünüz.
Eskiden insanlar neden daha mutluymuş diye sormayı bırakıp bugün maruz kaldığımız şeylerin ve bunların hangi olumsuz çocukluk yaşantımızı içimizde büyüttüğünün farkına varmalıyız.
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Merve KÜÇÜK
YAŞAYAMAMA HASTALIĞI YA DA MÜKEMMELLİYETÇİLİK!
Her insan anne rahmine düşer, şayet doğarsa kendine göre bir zamanda, kendi ömrü kadar yaşar ve ölür. İnsan öleceğini bilerek yaşayan tek canlıdır. Ömrün süresi her bir insanda farklı; hatta anne karnında kalma süresi bile kendine has. Peki herkesin yaşam öyküsü aynı mı?
Bu dünyada milyarlarca insan yaşadı, yaşıyor ve yaşayacak. Öykülerini tüm detaylarıyla ele alırsak her birinde bambaşka kombinasyonlar ve sonuçlar elde edeceğimiz kesin. Diğer yandan bakınca da birkaç farklı fiziksel özellikten birine sahip, benzer yaşam biçimlerine hevesli, bir liste halinde sayabileceğimiz bir kaç tepkiden birini seçerek davranışa döken canlılarız. Ne kadar birbirimizden farklı, aslında ne kadar aynıyız? Diğer konularda olduğu gibi yaşayamama konusunda da oldukça benziyoruz birbirimize.
Modern çağın sorunlarından belki de en önemlisi yaşayamama hastalığıdır. Yani aslında bu dünyada teorik olarak yaşıyorken, gittikçe cansızlaşan ve anlamsızlaşan ruhlara dönüşüyoruz. Bir insanın hayatının anlamı ne olursa olsun yaşadığı andan ve yaptığı şeyden keyif alma, anda kalma sonucunu veriyorsa o insanın hayatında bir anlam var diyebiliriz. Oysa bu özelliği barındıran kişi sayısı her geçen yıl azalıyor. Yaşayamama hastalığı bir pandemi gibi yayılıyor; ama bu kez insandan insana değil, nesilden nesile geçerek. Bunun sebeplerini anlatmak için ciltlerce kitap yazılabilir fakat ben size sadece birinden kısaca bahsetmek istiyorum. Mükemmelliyetçilik! Belki de nesilden nesile geçme özelliği bakımından listenin en başlarında.
Mükemmelliyetçilik, insanın kendisinden veya yakınlarından her konuda çok yüksek performans hatta kusursuzluk bekleme halidir. Toplumda övünülecek bir şeymiş gibi algılanan bu tutum aslında oldukça tehlikeli ve sağlıksızdır. Mükemmelliyetçiliğin sebeplerine bakıldığında, kişinin hayatının ilk yıllarında anne ve babasıyla kurduğu ilişkilerin (anne-baba yoksa ona ilk yıllarda bakım veren herkes olabilir) ne denli önemli bir köken olduğu yıllardır yapılan araştırmalarla saptanmıştır. Çocukluk yıllarında sürekli yargılanan ve eleştirilen kişiler bu yetersizlik duygusunu benimser ve hayatının ileriki dönemlerinde de ebeveynlerinin bu kusursuz standartlarını içselleştirmiş biçimde hayatına devam eder. Kişi, çocukluğunda karşılanmayan kabul ve onay ihtiyacını hayatı boyunca ancak mükemmel biri olarak doyurabileceğini zanneder. Mükemmelliyetçi kişiler, kendisinde ve çevresinde olan eksiklere tahammül etmekte zorlanırlar çünkü ebeveynin yargılayıcı tutumunu içselleştirmek suretiyle suçlayıcı bir iç ses ile sürekli olarak muhattaptırlar.
Son yıllarda yapılan araştırmalar bu tehlikeli tutumun yaygınlığının çok fazla artmaya başladığını gösteriyor. Bu durum yeni kuşakların öncekilere göre daha üzgün, daha mutsuz ve daha yetersiz hissettiğini gösteriyor.
Mükemmelliyetçilik insanı yaşamdan alıkoyan bir özelliktir. İnsanın yaptığı şeyden, yaşadığı andan keyif almak yerine kusursuzluğu ile ilgili endişe barındırdığı için aslında ona zulmeden ve yaşamını sömüren bir taraftır. Kişiyi yaşayamama hastalığı ile hızlıca enfekte eder, dahası kendinden sonraki nesle aktarılır çünkü mükemmelliyetçi kişi bunun zararlarının bilincinde olmazsa ve insanın kusursuz olamayacağının farkına varamazsa, çok büyük bir ihtimalle kendinden olan yavrusunun da mükemmel olması için ona eksiklerini ve hatalarını söylemek suretiyle onu da mükemmel yapmaya çalışacaktır.
Hele bir de mükemmelliyetçiliğin dostu olan bir şey var ki o da sosyal medya. Biz eksiklerimizi ya da bir konuda 'yeterince iyi olmadığımızı' çevremizdekileri referans alarak ve karşılaştırarak belirleriz. Eskiden insanların hayatı boyunca gördüğü insan sayısı sınırlı iken, sosyal medya sayesinde asla aynı havayı solumayacağımız insanların bile moda algısından, evindeki eşyalardan, arabasından, gezdiği yerlerden, çocuklarıyla yaptığı etkinliklerden, bir gün boyunca neler yaptığından detayına kadar haberdarız. Üstüne üstlük izlenirlikle para kazanma oranı paralel olduğundan dolayı içerik üretip izlenirlik arttırmak adına her şeyin en güzeli en mükemmeli gözümüze sokuluyor her ekran kaydırdığımızda. Bu da sahip olduklarımızın, yaptıklarımızın, eş-anne-baba-çocuk rollerimizin aslında o kadar da 'mükemmel olmadığını' her fırsatta yüzümüze vuruyor. Zaten kendimizi eleştirmeye ve mükemmellik gibi bir imkansızlığa ulaşmaya çalışırken sosyal medyada maruz kaldığımız bu şeyler bizim mükemmellik eşiğimizi her geçen gün arttırıyor ve artık o mükemmellik bize eskisinden daha uzak ve biz her geçen gün kendimize daha anlayışsız ve küskünüz.
Eskiden insanlar neden daha mutluymuş diye sormayı bırakıp bugün maruz kaldığımız şeylerin ve bunların hangi olumsuz çocukluk yaşantımızı içimizde büyüttüğünün farkına varmalıyız.