İnsan davranışlarının ve düşüncelerinin arkasında duygular, benimsenen inançlar, o güne kadar olan yaşantısı ve daha bir çok parametre vardır. Her davranış ve düşünce bu kadar komleks bir olgunun ürünü olduğu için de her insan biricik ve kendine özgüdür. Toplum psikolojisinde de durum çok farklı değil. İçinde bulunduğumuz grubun toplumsal süreçleri, travmaları ve tutumları bizi toplumsal hareketlerde de oldukça yönlendirir. Hatta, hayata gözlerimizi açmadan önceki dönemde içine doğacağımız toplumun yaşadığı travmalar bile bizim toplumsal düşünce ve davranış sistemimizde etkilidir. Dolayısıyla her toplum da kendi tarihi, aktarılan travmaları ve grup özellikleriyle kendine özgüdür.
Buradan hereketle, bir topluluk düşünün ki yaklaşık 60 yıldır toprakları işgal altında ve her an; sokakta yürürken, evinde yemek yerken, okulda derse girerken, camide ibadet ederken, hastanede tedavi görürken topraklarına sonradan yerleşen güçler tarafından öldürülme ihtimali var. Ölüm gerçeği, dünya üzerinde yaşayan herkes için mevcut olsa da, bunun Filistin halkı için sürekli olarak somut ve ani yaşantılarla pekişen bir kaygı hali olduğunu söyleyebiliriz. Bizzat bu kaygının içine doğmuş ve tüm çocukluğu çatışmaların arasında geçmiş insanlar şimdi büyüdü, evlendi, çocuk ve torun sahibi oldu. Bu insanlar, çocuklarının yıkımlarla dolu kendi çocukluklarından farklı; bütün dünya çocukları gibi bir çocukluk geçirmesini dilese de, sistematik şekilde devam eden bu zulüm için ellerinden pek bir şey gelmiyor. Savaş bugün bitse bile, sağ kalan çocukların zihinlerindeki travma izleri pek geçecek gibi de görünmüyor. Kaldı ki aynı travmaya bahsi geçen “büyümüş çocuklar” da sahip. Gazze’de savaştan etkilenen insanlarda travma sonrası stres bozukluğu oldukça yaygın. Uyksuzluk, öfke, suçlu hissetme, kabus, hissizlik, çaresiz hissetme, gelecek hakkında olumsuz düşünceler ve umutsuzluk neredeyse Gazze’de yaşayan herkes için çok yaygın semptomlar artık.
Hiç böyle bir kaygı ortamına doğmamış, sokaklarında rahatça yürünebilen bir ortama doğan insanların onların içinde bulunduğu ruh halini anlaması imkansız aslında, bunu hepimiz tahmin edebiliriz. Müslüman toplumlar batının yoz ve dayatmacı kültürüne karşı sadece kimlik ve özdeğer savaşını bile veremezken; Filistin halkı yıllardır toprak, özdeğer, kültür ve kimlik savaşının mücadelesini veriyor. Ellerinden pek bir şey gelmiyor dedim ya; ellerinden şimdiye kadar gelen tek şey aslında topraklarını terketmemek oldu. Bu da onların çok küçük bir alanda sıkışıp dünya ile bağlantılarının kopmasına sebep oldu. Bugünden sonrası ise meçhul.
Ortadoğudaki enerji ve tabi kaynakları bölüşmeye çalışan büyük devletler, savaşın kendi topraklarına sıçramaması için tüm çabayı harcarken ve bu sırada insan haklarını tüm dünyaya öğretme misyonunu edinmişken; o toprakların üzerinde yaşayan müslüman halkın yaşamı ve hakları konusunda ise oldukça tavizkarlar. Bu çifte standardlara artık aşina, bu devletlerden adaletli açıklama ve yaptırım beklemek konusunda ise hala çok iştahlıyız maalesef. Kınamanın ötesinde gidemeyen komşu müslüman devletleri göre göre, bombalar altında çaresizlik içinde yaşayan Filistin halkını anlayabilmenin bir yolu yokken, o kaygı ve umutsuzluk içinde büyümüş insanlar direnişe geçtiğinde, karşılarında tüm dünya tarafından kabul görmüş güçlü bir devlet olmasından mütevellit, bu direnişi “terör” olarak niteleyip geçmeyi yine batı tarafından yıllardır empoze edilmeye çalışılan “islamofobi” algısının başarısı olarak görmek gerekiyor. İnancına binaen dua etmekten başka çaresi olmayan, herhangi bir savaş ihtimaline karşı büyük devletlerin kıyılara donanmasını yığdığı ve 300 küsür kilometrekare alana sıkışmış bir halkın yaşadığı şeyler, yapması ve yapmaması gerekenler hakkında ahkam kesmek; buradan bakınca oldukça sakil ve yüzeysel kalıyor.
Günümüzde savaşlarda en önemli silahlardan biri de propagandalardır. Toplumca yalnız bırakılmanın travmasını en net örnekleriyle yaşayan Filistin halkına son günlerde arttırılarak uygulanan kara propagandanın insanlarda karşılık bulması bu yalnızlık travmasını pekiştirmektedir. Filistin halkı şu anda en temel gereksinimlerini bile karşılayamazken diğer toplumların algılarını ve düşüncelerini yönetmesi, doğruları anlatması pek mümkün değildir. Medya gücünü elinde bulunduran güçlü devletler, hem fiziki savaşın hem psikolojik savaşın sancağını ellerinde tutmaktayken, biz İbrahim’in ateşine su taşıyan karınca olamasak da, hiç olmazsa odun taşıyan karga olmamalıyız. Hem belki de ebabiller çok uzakta değildir.
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Merve KÜÇÜK
Filistin'de doğmanın psikolojisi...
İnsan davranışlarının ve düşüncelerinin arkasında duygular, benimsenen inançlar, o güne kadar olan yaşantısı ve daha bir çok parametre vardır. Her davranış ve düşünce bu kadar komleks bir olgunun ürünü olduğu için de her insan biricik ve kendine özgüdür. Toplum psikolojisinde de durum çok farklı değil. İçinde bulunduğumuz grubun toplumsal süreçleri, travmaları ve tutumları bizi toplumsal hareketlerde de oldukça yönlendirir. Hatta, hayata gözlerimizi açmadan önceki dönemde içine doğacağımız toplumun yaşadığı travmalar bile bizim toplumsal düşünce ve davranış sistemimizde etkilidir. Dolayısıyla her toplum da kendi tarihi, aktarılan travmaları ve grup özellikleriyle kendine özgüdür.
Buradan hereketle, bir topluluk düşünün ki yaklaşık 60 yıldır toprakları işgal altında ve her an; sokakta yürürken, evinde yemek yerken, okulda derse girerken, camide ibadet ederken, hastanede tedavi görürken topraklarına sonradan yerleşen güçler tarafından öldürülme ihtimali var. Ölüm gerçeği, dünya üzerinde yaşayan herkes için mevcut olsa da, bunun Filistin halkı için sürekli olarak somut ve ani yaşantılarla pekişen bir kaygı hali olduğunu söyleyebiliriz. Bizzat bu kaygının içine doğmuş ve tüm çocukluğu çatışmaların arasında geçmiş insanlar şimdi büyüdü, evlendi, çocuk ve torun sahibi oldu. Bu insanlar, çocuklarının yıkımlarla dolu kendi çocukluklarından farklı; bütün dünya çocukları gibi bir çocukluk geçirmesini dilese de, sistematik şekilde devam eden bu zulüm için ellerinden pek bir şey gelmiyor. Savaş bugün bitse bile, sağ kalan çocukların zihinlerindeki travma izleri pek geçecek gibi de görünmüyor. Kaldı ki aynı travmaya bahsi geçen “büyümüş çocuklar” da sahip. Gazze’de savaştan etkilenen insanlarda travma sonrası stres bozukluğu oldukça yaygın. Uyksuzluk, öfke, suçlu hissetme, kabus, hissizlik, çaresiz hissetme, gelecek hakkında olumsuz düşünceler ve umutsuzluk neredeyse Gazze’de yaşayan herkes için çok yaygın semptomlar artık.
Hiç böyle bir kaygı ortamına doğmamış, sokaklarında rahatça yürünebilen bir ortama doğan insanların onların içinde bulunduğu ruh halini anlaması imkansız aslında, bunu hepimiz tahmin edebiliriz. Müslüman toplumlar batının yoz ve dayatmacı kültürüne karşı sadece kimlik ve özdeğer savaşını bile veremezken; Filistin halkı yıllardır toprak, özdeğer, kültür ve kimlik savaşının mücadelesini veriyor. Ellerinden pek bir şey gelmiyor dedim ya; ellerinden şimdiye kadar gelen tek şey aslında topraklarını terketmemek oldu. Bu da onların çok küçük bir alanda sıkışıp dünya ile bağlantılarının kopmasına sebep oldu. Bugünden sonrası ise meçhul.
Ortadoğudaki enerji ve tabi kaynakları bölüşmeye çalışan büyük devletler, savaşın kendi topraklarına sıçramaması için tüm çabayı harcarken ve bu sırada insan haklarını tüm dünyaya öğretme misyonunu edinmişken; o toprakların üzerinde yaşayan müslüman halkın yaşamı ve hakları konusunda ise oldukça tavizkarlar. Bu çifte standardlara artık aşina, bu devletlerden adaletli açıklama ve yaptırım beklemek konusunda ise hala çok iştahlıyız maalesef. Kınamanın ötesinde gidemeyen komşu müslüman devletleri göre göre, bombalar altında çaresizlik içinde yaşayan Filistin halkını anlayabilmenin bir yolu yokken, o kaygı ve umutsuzluk içinde büyümüş insanlar direnişe geçtiğinde, karşılarında tüm dünya tarafından kabul görmüş güçlü bir devlet olmasından mütevellit, bu direnişi “terör” olarak niteleyip geçmeyi yine batı tarafından yıllardır empoze edilmeye çalışılan “islamofobi” algısının başarısı olarak görmek gerekiyor. İnancına binaen dua etmekten başka çaresi olmayan, herhangi bir savaş ihtimaline karşı büyük devletlerin kıyılara donanmasını yığdığı ve 300 küsür kilometrekare alana sıkışmış bir halkın yaşadığı şeyler, yapması ve yapmaması gerekenler hakkında ahkam kesmek; buradan bakınca oldukça sakil ve yüzeysel kalıyor.
Günümüzde savaşlarda en önemli silahlardan biri de propagandalardır. Toplumca yalnız bırakılmanın travmasını en net örnekleriyle yaşayan Filistin halkına son günlerde arttırılarak uygulanan kara propagandanın insanlarda karşılık bulması bu yalnızlık travmasını pekiştirmektedir. Filistin halkı şu anda en temel gereksinimlerini bile karşılayamazken diğer toplumların algılarını ve düşüncelerini yönetmesi, doğruları anlatması pek mümkün değildir. Medya gücünü elinde bulunduran güçlü devletler, hem fiziki savaşın hem psikolojik savaşın sancağını ellerinde tutmaktayken, biz İbrahim’in ateşine su taşıyan karınca olamasak da, hiç olmazsa odun taşıyan karga olmamalıyız. Hem belki de ebabiller çok uzakta değildir.