Bir evvelki yazımda seksenlerden günümüze insanlığın yaşadığı süratli dönüşümü “Zihninin bir tarafında gaz lambası ışığında ders çalıştığı, bir tarafında evlatlarının yapay zekaya ders yaptırdığı hallerin uçurumu; kendisi hayata kara lastik ayakkabı ile başlamışken şimdi bilmem ne derisinden mamül ortopedik ayakkabılarla devam etme mesafesi olan bir 80’ler kuşağı müslümanı olarak” şeklinde ifade etmeye çalışmıştım.Ama bu cümle esasında hem kendi çocukluğumuzla olan psikolojik mesafeyi hem de ebeveynleri olduğumuz çocuklarımızla olan maddî/mânevî mesafeyi işaret etmesi bakımından mühimdir.
Tecrübeyle sabit ki mahrumiyetlerin insan egosunun kontrolsüz büyümesinde mâni teşkil edici bir fonksiyonu vardır. Netekim denir ki“insan, nefsinin terbiye olması ve beyhude kibirlenmemesi için hayatının kısa bir döneminde de olsa yokluğu tatmalıdır. Yokluğu tatmayan kişi ham kalır”. El Hak doğrudur. Bu sebeple Türkiye’de 90’lar öncesini yaşayan bizlerin hafızasında sadece şahsî değil toplumsal mahrumiyetler de kazınmış halde durur. İyi ki durur da bu güngörmüşlük , sonradan elde ettiğimiz her imkan ve zenginlikte nefsimizin arsızlaşmasına hayırlı bir sed çeker. Yoklukta ihtiras biriktirip, para kazanınca ayarsızca hayvanlaşan sonradan görmeler elbette varlar. Ama genel olanın bu olduğunu söylemek doğru olmaz. Bilakis insanımız nerden geldiğini çoğu zaman unutmayacak ya da en azından kritik eşiklerde hatırlayacak kadar vicdanlı ve sağ duyuludur.
Herkesin kendi iktisadi şartlarına göre farklı seviyeler arz eden bu mahrumiyetler 2000 öncesi kuşakların zihin dünyasında muhtelif travmalara ve obsesyonlara sebep olmuştur. Belki biraz özgüven zaafı, kendini ifadede yetersizlik, fazla kadercilik, fakirlik kompleksine dayalı alınganlık ve kırılganlıklar, müteşebbis ruhlu olamama, haklıyken dahi haklılığını müdafaada zorlanma gibi menfî izleri her birimiz yer yer itiraf ederiz.
Ama ne yaşamış olursa olsunlar bu kuşaklar kolay kolay pozitivizm ruhsuzluğu sergilemezler. Sadece paraya endeksli menfaatlerin değil her maddi seviyede inşa edilebilecek keyiflerin olduğunu bilir ve kendi şartlarından bir şekilde mutluluk çıkartabilirler. Etraflarında yaşanan sevinç ya da hüzne iştirak edebilir, “beni ne ilgilendirir” formunda tedavül eden soğuk rasyonelliği gayr-ı insani telakki ederler. Zira hayatlarının cüzî bir kısmında da olmuş olsa acziyet, muhtaçlık ve kimsesizliğin ne fena bir şey olduğunu tatmışlardır ve bu hüzünlü geçmiş onlardaki empati ve özdeşleşme becerisini artırarak merhamet şeklinde tezahür etmiştir.
Ayrıca bu merhalelerden geçmiş bireyler sabretmeyi, sabrederek vâsıl olmayı, hak etmedikçe kimseye talep yöneltilemeyeceğini takdir edebilirler. Dara düşünce düzene atarlanmanın, hayaller gerçekleşmeyince aleme nazlanmanın, her muvaffakiyetsizlikte devlete sallamanın doğru bir tavır olmadığını bilirler.
Anne babasının helal kazanç ile sofra kurmak için çektiği çileyi görüp , “yemekte benim de tuzum olmalı” şeklinde ifade edilebilecek mesuliyet hissini daha 9-10 yaşlarında duymaya başlayan bu çocukları hayata karşı asıl motive eden şey yokluk belasını ailecek göğüsleme müşterekliğiydi. Hatta bu mesuliyet hissi öyle ifrat derecelere vardı ki bahse konu kuşaklar bu defa kendi çocukları hususunda aşırı korumacı tavır sergilemeye , gözünü imkanlar dünyasına açan evlatlarını en küçük mahrumiyetten esirgemeye yöneldiler ve yeni nesillere istemeden hayli kötülük ettiler.
Daha bebekken karşısına tablet konulan modern teknoloji asrının çocuğu, henüz sabâvetinde akıllı telefon diye zırlarken, zihnine, mahcup babası yanında bayram harçlıklarıyla oyuncakçıdan ateri almaya çalıştığı buruk hatıralar hücum eden bu geçiş nesli aşırı merhametten mazarrat doğabileceğini nerden bilsin.
Şimdi o tablet nesli de büyüdü. Ama mazhariyetlerin kucağına doğan bu 2000 sonrası nesil, düşünce ve diyalog tarzı, sosyal iletişim ve davranış metodu, ölüm ve sonrasını tarif ve takdir ediş şekli, kıymet hükümleri, hayattan beklentileri, içine doğduğu cemiyetin örf ve adetlerini red ya da benimseme biçimleri, tarihî ve coğrafî âidiyetlerine olan zayıf bağlılıklarıyla âbâ’ü ecdadı bi tarafa kendi ebeveynine bile hayli yabancı, hayli uzak.
Hiç bir manevî mirâsı tevarüs etmek istemiyorlar, değil geleneğin bütününü dün giyip paylaştıkları kıyafetleri bile tekrar hayatlarına sokmak istemiyorlar. Sürekli yenilenmek ve yeniyi takip etme peşindeler. Teknolojiyi daha iyi kullanabilmenin her şeyi bilmek olduğunu, bu sebeple de anne babalarından daha çok şey bildiklerini düşünüyorlar. Tarihen geride kalan her şeyin daha ilkel ve kalitesiz olduğu yanılgısındalar. Hissiliği zayıflık, nezaketi eziklik, diğergamlığı enayilik, dînî adanmışlığı divanelik olarak görüyorlar.
Hazır buldukları refah ve bolluğu hayatın gerekli, mu’tad ve asgarî icâbı olarak belliyor, mevcut seviyeden hasbel kader bir tenzil vâkî olsa anne baba ,cemiyet, devlet, kader dahil herkesi suçluyor, sadece varlıklarının , diğer tüm nimetler için otomatik bir istihkak tevlid ettiği hissiyle hırçınlaşıyor, saldırganlaşıyorlar.
Kanaatkarlığı mağlubiyet tesellisi, nasip teslimiyetini aptal tembelliği, kolay yoldan para kazanmamayı beyhude yorgunluk, helal endişesini safdillik olarak kodlamışlar.
Ayağı yere basmayan hayallerin, uçarı fikirlerin, reel hayatı doğru okuyamamaktan kaynaklı pembe düşlerin ardında sanatı, zanaatı, ustalığı, alınterini hor görüp otuzlu yaşlara kadar avarelik yapıyor, bu yaşta bile bir baltaya sap olamamanın hicabını duymadan asalak canlılar gibi çevrelerine yük oluyorlar.
Sistem diplomanın değil , gayret, ciddiyet, sabr’u sebat ve meziyetin liyakat ve istihkakını farklı eliminasyonlarla bir dengeye oturtmaya çalışırken, özel üniversiteden baba parası hoşluğunda aldığı mezuniyet belgesi ile tüm dünyanın kendisine bir refah borçlu olduğu vehmine kapılan bu zavallı kendini bilmezler, iş başvurularında rencide olan egolarını sosyal medya veryansınlarıyla tamir etmeye çalışıp , vasıfsız ama arsız olmanın bir bünyede nasıl cem olabileceğini bize de göstermekte deve inadıyla inat ediyorlar.
Maalesef hayattan öğrendiğimizi , gelenekten bir kutsal emanet şuuruyla aldıklarımızı alt soyumuza intikal ettiremiyoruz. “Enaniyet ve menfaatinin kölesi olma, insanlara tebessüm ve rıfk ile muamelede bulun, uyumlu ve tatlı dilli ol, hakkın kadar haddini de bil, muhteris şımarık ve gösteriş budalası olma, kalp kırma, tamahkarlık yapma, değer ve ücreti bir görme, parayı yegane itibar sebebi bilme, paralıyı akıllı garibanı akılsız sanma, büyük sözünü yabana atma, küçüğünü itip kakma, dünya fanidir derin kapılma” dediğimizde duyan ama dinlemeyen bir kulak ve ona eşlik eden donuk ifadesiz bir suratla muhatap kılınıyoruz.
Nasihatle ilmel yakini, ibretle aynel yakini tahsil edemeyenlere hayat musibetle hakkal yakini verir demeye varmıyor, düşüyorlar. Ağlıyor , sızlanıyor ama ne zaman şefkatle iyileşseler , yüzlerine kan gelir gelmez aynı nankörlüklerin çuvalına giriyorlar.
Bencillikten aile kuramayan, fit olacağım derdine çocuk doğurmayan, kedi köpek besleyerek hayatına anlam, dipsiz yalnızlığına arkadaş arayan, hergün yeniden kamuoyuna arz ettiği şahsî fotoğraflarına ve anlamsız zırvalarına banelkitlesinden gelen beğenilerle narsist ruhunu bir nebze teskin eden, ailesine , cemiyete, devlete, millete yük bu nesille biz nasıl bir diyalog köprüsü kuracağız bilen varsa söylesin, becerebilen varsa beri gelsin, öğretsin.
Kastım bir nesli külliyen meth edip diğerini hepten zemmetmek değil. Her ikisi içinde iyiler kötüler elbet var. Ama umumi tabloların bu olmadığı da söylenemez. Ve “ekser için hükm-ü kül vardır.”
Mahviyyet ne? Merhamet ne? Melal ne? Hüzün ne? Ölüm ne? İnkisar ne? İntizar ne? Fazılet ne? Muhabbet ne? Meveddet, ülfet ne? Öğretemiyoruz. Dinlemiyorlar, ceza geliyor anlamıyorlar.Kayıp hayatlar, tükenip gidiyorlar. Ne etmeli bilemedik.Sen bize imdat et Allah’ım.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Burhanettin ÇAĞIRICI
Sen bize imdat et Allah’ım…
Bir evvelki yazımda seksenlerden günümüze insanlığın yaşadığı süratli dönüşümü “Zihninin bir tarafında gaz lambası ışığında ders çalıştığı, bir tarafında evlatlarının yapay zekaya ders yaptırdığı hallerin uçurumu; kendisi hayata kara lastik ayakkabı ile başlamışken şimdi bilmem ne derisinden mamül ortopedik ayakkabılarla devam etme mesafesi olan bir 80’ler kuşağı müslümanı olarak” şeklinde ifade etmeye çalışmıştım.Ama bu cümle esasında hem kendi çocukluğumuzla olan psikolojik mesafeyi hem de ebeveynleri olduğumuz çocuklarımızla olan maddî/mânevî mesafeyi işaret etmesi bakımından mühimdir.
Tecrübeyle sabit ki mahrumiyetlerin insan egosunun kontrolsüz büyümesinde mâni teşkil edici bir fonksiyonu vardır. Netekim denir ki“insan, nefsinin terbiye olması ve beyhude kibirlenmemesi için hayatının kısa bir döneminde de olsa yokluğu tatmalıdır. Yokluğu tatmayan kişi ham kalır”. El Hak doğrudur. Bu sebeple Türkiye’de 90’lar öncesini yaşayan bizlerin hafızasında sadece şahsî değil toplumsal mahrumiyetler de kazınmış halde durur. İyi ki durur da bu güngörmüşlük , sonradan elde ettiğimiz her imkan ve zenginlikte nefsimizin arsızlaşmasına hayırlı bir sed çeker. Yoklukta ihtiras biriktirip, para kazanınca ayarsızca hayvanlaşan sonradan görmeler elbette varlar. Ama genel olanın bu olduğunu söylemek doğru olmaz. Bilakis insanımız nerden geldiğini çoğu zaman unutmayacak ya da en azından kritik eşiklerde hatırlayacak kadar vicdanlı ve sağ duyuludur.
Herkesin kendi iktisadi şartlarına göre farklı seviyeler arz eden bu mahrumiyetler 2000 öncesi kuşakların zihin dünyasında muhtelif travmalara ve obsesyonlara sebep olmuştur. Belki biraz özgüven zaafı, kendini ifadede yetersizlik, fazla kadercilik, fakirlik kompleksine dayalı alınganlık ve kırılganlıklar, müteşebbis ruhlu olamama, haklıyken dahi haklılığını müdafaada zorlanma gibi menfî izleri her birimiz yer yer itiraf ederiz.
Ama ne yaşamış olursa olsunlar bu kuşaklar kolay kolay pozitivizm ruhsuzluğu sergilemezler. Sadece paraya endeksli menfaatlerin değil her maddi seviyede inşa edilebilecek keyiflerin olduğunu bilir ve kendi şartlarından bir şekilde mutluluk çıkartabilirler. Etraflarında yaşanan sevinç ya da hüzne iştirak edebilir, “beni ne ilgilendirir” formunda tedavül eden soğuk rasyonelliği gayr-ı insani telakki ederler. Zira hayatlarının cüzî bir kısmında da olmuş olsa acziyet, muhtaçlık ve kimsesizliğin ne fena bir şey olduğunu tatmışlardır ve bu hüzünlü geçmiş onlardaki empati ve özdeşleşme becerisini artırarak merhamet şeklinde tezahür etmiştir.
Ayrıca bu merhalelerden geçmiş bireyler sabretmeyi, sabrederek vâsıl olmayı, hak etmedikçe kimseye talep yöneltilemeyeceğini takdir edebilirler. Dara düşünce düzene atarlanmanın, hayaller gerçekleşmeyince aleme nazlanmanın, her muvaffakiyetsizlikte devlete sallamanın doğru bir tavır olmadığını bilirler.
Anne babasının helal kazanç ile sofra kurmak için çektiği çileyi görüp , “yemekte benim de tuzum olmalı” şeklinde ifade edilebilecek mesuliyet hissini daha 9-10 yaşlarında duymaya başlayan bu çocukları hayata karşı asıl motive eden şey yokluk belasını ailecek göğüsleme müşterekliğiydi. Hatta bu mesuliyet hissi öyle ifrat derecelere vardı ki bahse konu kuşaklar bu defa kendi çocukları hususunda aşırı korumacı tavır sergilemeye , gözünü imkanlar dünyasına açan evlatlarını en küçük mahrumiyetten esirgemeye yöneldiler ve yeni nesillere istemeden hayli kötülük ettiler.
Daha bebekken karşısına tablet konulan modern teknoloji asrının çocuğu, henüz sabâvetinde akıllı telefon diye zırlarken, zihnine, mahcup babası yanında bayram harçlıklarıyla oyuncakçıdan ateri almaya çalıştığı buruk hatıralar hücum eden bu geçiş nesli aşırı merhametten mazarrat doğabileceğini nerden bilsin.
Şimdi o tablet nesli de büyüdü. Ama mazhariyetlerin kucağına doğan bu 2000 sonrası nesil, düşünce ve diyalog tarzı, sosyal iletişim ve davranış metodu, ölüm ve sonrasını tarif ve takdir ediş şekli, kıymet hükümleri, hayattan beklentileri, içine doğduğu cemiyetin örf ve adetlerini red ya da benimseme biçimleri, tarihî ve coğrafî âidiyetlerine olan zayıf bağlılıklarıyla âbâ’ü ecdadı bi tarafa kendi ebeveynine bile hayli yabancı, hayli uzak.
Hiç bir manevî mirâsı tevarüs etmek istemiyorlar, değil geleneğin bütününü dün giyip paylaştıkları kıyafetleri bile tekrar hayatlarına sokmak istemiyorlar. Sürekli yenilenmek ve yeniyi takip etme peşindeler. Teknolojiyi daha iyi kullanabilmenin her şeyi bilmek olduğunu, bu sebeple de anne babalarından daha çok şey bildiklerini düşünüyorlar. Tarihen geride kalan her şeyin daha ilkel ve kalitesiz olduğu yanılgısındalar. Hissiliği zayıflık, nezaketi eziklik, diğergamlığı enayilik, dînî adanmışlığı divanelik olarak görüyorlar.
Hazır buldukları refah ve bolluğu hayatın gerekli, mu’tad ve asgarî icâbı olarak belliyor, mevcut seviyeden hasbel kader bir tenzil vâkî olsa anne baba ,cemiyet, devlet, kader dahil herkesi suçluyor, sadece varlıklarının , diğer tüm nimetler için otomatik bir istihkak tevlid ettiği hissiyle hırçınlaşıyor, saldırganlaşıyorlar.
Kanaatkarlığı mağlubiyet tesellisi, nasip teslimiyetini aptal tembelliği, kolay yoldan para kazanmamayı beyhude yorgunluk, helal endişesini safdillik olarak kodlamışlar.
Ayağı yere basmayan hayallerin, uçarı fikirlerin, reel hayatı doğru okuyamamaktan kaynaklı pembe düşlerin ardında sanatı, zanaatı, ustalığı, alınterini hor görüp otuzlu yaşlara kadar avarelik yapıyor, bu yaşta bile bir baltaya sap olamamanın hicabını duymadan asalak canlılar gibi çevrelerine yük oluyorlar.
Sistem diplomanın değil , gayret, ciddiyet, sabr’u sebat ve meziyetin liyakat ve istihkakını farklı eliminasyonlarla bir dengeye oturtmaya çalışırken, özel üniversiteden baba parası hoşluğunda aldığı mezuniyet belgesi ile tüm dünyanın kendisine bir refah borçlu olduğu vehmine kapılan bu zavallı kendini bilmezler, iş başvurularında rencide olan egolarını sosyal medya veryansınlarıyla tamir etmeye çalışıp , vasıfsız ama arsız olmanın bir bünyede nasıl cem olabileceğini bize de göstermekte deve inadıyla inat ediyorlar.
Maalesef hayattan öğrendiğimizi , gelenekten bir kutsal emanet şuuruyla aldıklarımızı alt soyumuza intikal ettiremiyoruz. “Enaniyet ve menfaatinin kölesi olma, insanlara tebessüm ve rıfk ile muamelede bulun, uyumlu ve tatlı dilli ol, hakkın kadar haddini de bil, muhteris şımarık ve gösteriş budalası olma, kalp kırma, tamahkarlık yapma, değer ve ücreti bir görme, parayı yegane itibar sebebi bilme, paralıyı akıllı garibanı akılsız sanma, büyük sözünü yabana atma, küçüğünü itip kakma, dünya fanidir derin kapılma” dediğimizde duyan ama dinlemeyen bir kulak ve ona eşlik eden donuk ifadesiz bir suratla muhatap kılınıyoruz.
Nasihatle ilmel yakini, ibretle aynel yakini tahsil edemeyenlere hayat musibetle hakkal yakini verir demeye varmıyor, düşüyorlar. Ağlıyor , sızlanıyor ama ne zaman şefkatle iyileşseler , yüzlerine kan gelir gelmez aynı nankörlüklerin çuvalına giriyorlar.
Bencillikten aile kuramayan, fit olacağım derdine çocuk doğurmayan, kedi köpek besleyerek hayatına anlam, dipsiz yalnızlığına arkadaş arayan, hergün yeniden kamuoyuna arz ettiği şahsî fotoğraflarına ve anlamsız zırvalarına banelkitlesinden gelen beğenilerle narsist ruhunu bir nebze teskin eden, ailesine , cemiyete, devlete, millete yük bu nesille biz nasıl bir diyalog köprüsü kuracağız bilen varsa söylesin, becerebilen varsa beri gelsin, öğretsin.
Kastım bir nesli külliyen meth edip diğerini hepten zemmetmek değil. Her ikisi içinde iyiler kötüler elbet var. Ama umumi tabloların bu olmadığı da söylenemez. Ve “ekser için hükm-ü kül vardır.”
Mahviyyet ne? Merhamet ne? Melal ne? Hüzün ne? Ölüm ne? İnkisar ne? İntizar ne? Fazılet ne? Muhabbet ne? Meveddet, ülfet ne? Öğretemiyoruz. Dinlemiyorlar, ceza geliyor anlamıyorlar.Kayıp hayatlar, tükenip gidiyorlar. Ne etmeli bilemedik.Sen bize imdat et Allah’ım.