1982 doğumluyum. Egeli sıradan bir vatandaş olarak elektriksiz değil belki ama Türkiye’nin telefonsuz ve televizyonsuz dönemlerini az da olsa gördüm. Siyah Beyaz tüplü televizyondan tek kanal olan TRT’yi izlediğimiz, köy düğünlerinde çalgı çengiye dahi ara verdirten Türk sineması yayınını kaçırmamak için koşuşturduğumuz zamanlardı. Sonra renkli tv’ler ve aşkla beklediğimiz “çocuklar için” kuşağı geldi. Telefon hatlarının yeşil ahşap direklerle köyümüze çekilişini ve “Altın Rehber”in üstüne konmuş Kumtel marka ilk beyaz ev telefonumuz çalarkenki şaşkınlık ve heyecanımızı net hatırlıyorum. Özel kanalların kurulması ve evlerin çatılarında mantar gibi beliren çanak antenlerle gelen çoklu kanal ayrıcalığı. Video cihazları, tv’ye bağlanan oyun konsolları, ateriler, walkmanler derken PC dediğimiz koca kafalı masa bilgisayarlarıyla tanışmamız…
Her şey normal seyrinde ve hızındaydı. Lakin teknoloji üretenler icatlarının üzerine icat koydukça mesafe alma hızımız öyle arttı ki adaptasyonda güçlük çekmeye başladık. Ama bu daha işin başıymış ve hiçbir şeymiş.90’ların sonunda internetin yaygınlık kazanmasıyla ne olduğunu anlamadığımız bir eşiğe vardık. Uzaklar yakın , bilgiye ulaşmak kolay oldu.Dünyayı ve günceli takip etme imkanları başka bir boyut kazandı. Akıllı telefonlar henüz zuhur etmemişti ama internet hizmeti içermeyen cep telefonlarının yaygınlaşması bile iletişimi hayli kolaylaştırmış ve herkes bir “alo” yakınlığına gelmişti.
Tüm bunlar hızlı da olsa normal seyrindeydi ve insanın henüz gerçek dünyasına alternatif sanal bir dünyada varlığı yoktu. Her ne olduysa 2010 yılına doğru internetin telefonlara girmesi, telefonların bilgisayarlaşması, üstelik son derece küçük ve kibar formalarda cebimize girmesiyle oldu. Akıllı telefonlar dediğimiz bu mini teknolojik cihazlar, konuşma ve mesajlaşma vasıtası olan normal telefonları külliyen bitirdi. Sahip olduğu kamera teknolojisi fotoğraf makinelerini bir kenara koydurttu. İnternetin böyle her an el altında olan bir nimet haline gelmesiyle duruma uyun sosyal medya platformları, uygulamalar aracılığıyla akıllı telefonlara girdi ve yukarıda vardık dediğimiz eşikten çok daha büyük bir başka dünya ile burun buruna geldik: sanal alem veya sosyal medya.
1980 ile 2010 arasında 30 yıl var. Ama bu 30 yılda ,geride kalmış 300 yılı aşan bir teknolojik terakki ve tekamül hızı var. Bu hızlı seyir bir ayağı analog dönemlere basan bizim kuşakları hem şaşırttı hem sersemletti. 70 öncesi kuşaklar bu süratli değişim ve gelişime adaptasyonda zorlansalar da üst kuşaklar iyi kötü bir şeklide adapte oldular ve durumu yadsımadılar. İlave gelen her yeniliği, her üst teknoloji ve güncellemeyi memnuniyet ve hüsn-ü kabul ile kabul ettiler. Zaten oyun dışı kalmamanın başka yolu da yoktu.
2010 sonrası dünyaya gelen ve hayli üst noktadaki teknolojik seviyeye gözlerini açan yeni nesillerin bizim geçtiğimiz psikolojik ve sosyolojik merhaleleri anlama şansı olamaz. Bu nedenle esasında 1970/80/90 kuşaklarının toplumun teknoloji ve internetle geçirdiği sosyolojik değişimi gözlemleme ve anlamlandırma açısından önemli bir avantajı ve şahitliği söz konusu. Bu şahitlik, ferdileştikçe yanlızlaşan, modernleştikçe ruhsuzlaşan, teknolojiye adapte oldukça zihniyet ve davranışları tektipleşen , sosyal medya mukayeseleriyle mutsuzlaşan ve her haliyle manevi ve semavi olandan uzaklaşan insanın kıvranışları hakkında bir şeyler söyleme mesuliyeti de tevlid ediyor. Zira modern dünyanın putlarından olan toplumsal(devlet) karşısında bireysellik ve hazlara ulaşmada hududsuz özgürlük, internet kullanımının yaygınlaşmasıyla arttı. Var olma zemini yavaş yavaş reel dünyadan sanal aleme kaydı ve bu alemin mazbut olmayan kanunları siyaseti, ekonomiyi, sosyolojiyi, aileyi etkisi altına almaya başladı.
Görme ve gösterme şehvetiyle, fark edilme ve şöhret olma ihtirasıyla, beğenilme ve onaylanma motivasyonuyla gözünü karartmış insanlar, sınırsız ve kontrolsüz bir hürriyet buldukları bu mecrayı, insanı, aileyi ve cemiyeti ruhen çürütecek her türlü melanetin teşhir sahasına çevirdiler.
Sadece suratların değil her şeyin makyajlandığı ve sürekli ışıltılı hayat sunumları yapılan bu ortamda, reel ve sanal farklılığının idrakinde olmayanlar, mukayeseye dayalı mutsuzluklara ve umutsuzluklara gark oldular.
Dibindeki gerçek kişilerin, ailesinin, kardeşinin , anne babasının, nene dedesinin farkında olmayan, bunları muhatap almayan insanlar bir takım müstear isimlerle gayrı meşru hallere varan diyaloglara ehemmiyet atfettiler. Çünkü arada teknoloji vardı ve teknoloji medeniyet göstergesi, elitizm emaresiydi. Her daim “online” olmak , sürekli akan hayatın içinde olmak olarak telakki edildi ve 1 saat telefonundan uzak kalan sanki oksijen desteğinden mahrum bırakılmış ağır koah hastasının ızdırabını yaşamaya başladı.
Herkesin aynı kaynaktan beslendiği dünyada bütün erkek ve kadınlar birbirine benzemeye, tüketim tavırları, toplum ve aile telakkileri, eşya ve insan tasavvurları, din ve inanç yaşayışları aynileşmeye başladı.
Her şeyin vitrinel hale getirildiği bu yeni dünyada suret mükemmelliğinin kibir kaynaklı olduğu farkedilmiyor. Hiçbir gayret sarfetmese ve bedel ödemese de insan, en iyisini haketmiş olma beklenti ve şımarıklığından asla vaz geçmiyor.
Bilgiye ulaşım imkanlarının çokluğu herkesi ulemâ, muhakeme yeteneğinden en yoksununu bile ukalâ kıldı. Önü alınamıyor. Popüler olanın doğru, yaygın kabulün hakikat, modern olanın meşru, moda olanın mâkul ve makbul olan olduğu kabulleri adeta ictimâi bir saplantı halini almış durumda.
Tüketim kültürüne nesne kılınamayan (hasta, ihtiyar, fakir ya da batmış, israfı reddeden şuurlu müslüman) insanların tamamen hayatın dışına itilmiş olduğu; mezarlık, hastane, ibadethane gibi hazza yönelmede motivasyon bozucu gerçek hayat unsurlarının görmezden gelindiği; hastalık, ölüm ve tüm elem verici duyguların sadece sahibine yıkılarak sıralı bir yalnızlığı bekleme çaresizliğinin kabullenildiği bir değersizlikler cehennemi inşa ediyoruz. Yakıtı biziz.
Sadece 2000 öncesi Türkiye’nin değil dünyanın hali bile 2000 sonrası vaziyetiyle mukayese edilse , 19 yy’ın zihnî plandaki materyalizmini, fikren terk etmiş olsak bile fiilî olarak şimdi yaşamaya başladığımız söylenebilir. Pratik anlamda tamamen küfür nizamı üzereyiz. Kimi “O(c.c) yok ki bize bildirsin” diyor (atesitler), kimi “O(c.c.) var ama iş bize havale” diyor(deistler), kimi “O(c.c)nun 1.400 yıldır bir şey dediği yok, biz çözeceğiz” diyor (tarihselciler), kimi “O (c.c) bildirmiş ama hayat kabul etmiyor” diyor. Her kapı insanın mutlak kendi hakimiyetine ve kulluğu reddeden tuğyanına çıkıyor.
Zihninin bir tarafında gaz yağı ışığında ders çalıştığı, bir tarafında evlatlarının yapay zekaya ders yaptırdığı hallerin uçurumu; kendisi hayata siyah lastik ayakkabı ile başlamışken şimdi bilmem ne derisinden mamül ortopedik ayakkabılarla devam etme mesafesi olan bir 80’ler kuşağı müslümanı olarak neticeten şu şahitliğimi eda edeyim ki; eşyanın kendi varlığında meknûz kavânin-i tabiiye münkeşif olup bilim ve teknoloji ilerledikçe elindeki kudretle tanrılaştığı ve her şeye kadir ve hakim olduğu vehmine kapılan insan, ruhî çöküşün , intiharların, savaşların, katliamların, uyuşturucunun, alkolizmin, homoseksüellik/pedofoli noktalarının çok ötesinde artık tanımlanamama merhalelerine varmış cinsel sapkınlıkların önünü alamayacak ve geçmişe özlem duyacak. Ama aslında geçmişe değil, ruh ve beden bütünlüğüne, madde/mana dengesine, aşkın olana karşı mesuliyet ve kulluk bilincine hasret duyup hakimiyet iddia ettiği tabiatın yakasını bırakacak. Hayvanlar, bitkiler ve cansızlarla aynı hizaya geçerek tevazu giyinmeyi dileyecek ve Alemlerin Rabbinden af talep edecek. Ama ortada insan, hayvan, bitki ve hatta cansız alem bırakırsa. Çok geç olmadan temennisiyle. Vesselam.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Burhanettin ÇAĞIRICI
BİREYSELLİK, YALNIZLIK, MUTSUZLUK, UMUTSUZLUK...
1982 doğumluyum. Egeli sıradan bir vatandaş olarak elektriksiz değil belki ama Türkiye’nin telefonsuz ve televizyonsuz dönemlerini az da olsa gördüm. Siyah Beyaz tüplü televizyondan tek kanal olan TRT’yi izlediğimiz, köy düğünlerinde çalgı çengiye dahi ara verdirten Türk sineması yayınını kaçırmamak için koşuşturduğumuz zamanlardı. Sonra renkli tv’ler ve aşkla beklediğimiz “çocuklar için” kuşağı geldi. Telefon hatlarının yeşil ahşap direklerle köyümüze çekilişini ve “Altın Rehber”in üstüne konmuş Kumtel marka ilk beyaz ev telefonumuz çalarkenki şaşkınlık ve heyecanımızı net hatırlıyorum. Özel kanalların kurulması ve evlerin çatılarında mantar gibi beliren çanak antenlerle gelen çoklu kanal ayrıcalığı. Video cihazları, tv’ye bağlanan oyun konsolları, ateriler, walkmanler derken PC dediğimiz koca kafalı masa bilgisayarlarıyla tanışmamız…
Her şey normal seyrinde ve hızındaydı. Lakin teknoloji üretenler icatlarının üzerine icat koydukça mesafe alma hızımız öyle arttı ki adaptasyonda güçlük çekmeye başladık. Ama bu daha işin başıymış ve hiçbir şeymiş.90’ların sonunda internetin yaygınlık kazanmasıyla ne olduğunu anlamadığımız bir eşiğe vardık. Uzaklar yakın , bilgiye ulaşmak kolay oldu.Dünyayı ve günceli takip etme imkanları başka bir boyut kazandı. Akıllı telefonlar henüz zuhur etmemişti ama internet hizmeti içermeyen cep telefonlarının yaygınlaşması bile iletişimi hayli kolaylaştırmış ve herkes bir “alo” yakınlığına gelmişti.
Tüm bunlar hızlı da olsa normal seyrindeydi ve insanın henüz gerçek dünyasına alternatif sanal bir dünyada varlığı yoktu. Her ne olduysa 2010 yılına doğru internetin telefonlara girmesi, telefonların bilgisayarlaşması, üstelik son derece küçük ve kibar formalarda cebimize girmesiyle oldu. Akıllı telefonlar dediğimiz bu mini teknolojik cihazlar, konuşma ve mesajlaşma vasıtası olan normal telefonları külliyen bitirdi. Sahip olduğu kamera teknolojisi fotoğraf makinelerini bir kenara koydurttu. İnternetin böyle her an el altında olan bir nimet haline gelmesiyle duruma uyun sosyal medya platformları, uygulamalar aracılığıyla akıllı telefonlara girdi ve yukarıda vardık dediğimiz eşikten çok daha büyük bir başka dünya ile burun buruna geldik: sanal alem veya sosyal medya.
1980 ile 2010 arasında 30 yıl var. Ama bu 30 yılda ,geride kalmış 300 yılı aşan bir teknolojik terakki ve tekamül hızı var. Bu hızlı seyir bir ayağı analog dönemlere basan bizim kuşakları hem şaşırttı hem sersemletti. 70 öncesi kuşaklar bu süratli değişim ve gelişime adaptasyonda zorlansalar da üst kuşaklar iyi kötü bir şeklide adapte oldular ve durumu yadsımadılar. İlave gelen her yeniliği, her üst teknoloji ve güncellemeyi memnuniyet ve hüsn-ü kabul ile kabul ettiler. Zaten oyun dışı kalmamanın başka yolu da yoktu.
2010 sonrası dünyaya gelen ve hayli üst noktadaki teknolojik seviyeye gözlerini açan yeni nesillerin bizim geçtiğimiz psikolojik ve sosyolojik merhaleleri anlama şansı olamaz. Bu nedenle esasında 1970/80/90 kuşaklarının toplumun teknoloji ve internetle geçirdiği sosyolojik değişimi gözlemleme ve anlamlandırma açısından önemli bir avantajı ve şahitliği söz konusu. Bu şahitlik, ferdileştikçe yanlızlaşan, modernleştikçe ruhsuzlaşan, teknolojiye adapte oldukça zihniyet ve davranışları tektipleşen , sosyal medya mukayeseleriyle mutsuzlaşan ve her haliyle manevi ve semavi olandan uzaklaşan insanın kıvranışları hakkında bir şeyler söyleme mesuliyeti de tevlid ediyor. Zira modern dünyanın putlarından olan toplumsal(devlet) karşısında bireysellik ve hazlara ulaşmada hududsuz özgürlük, internet kullanımının yaygınlaşmasıyla arttı. Var olma zemini yavaş yavaş reel dünyadan sanal aleme kaydı ve bu alemin mazbut olmayan kanunları siyaseti, ekonomiyi, sosyolojiyi, aileyi etkisi altına almaya başladı.
Görme ve gösterme şehvetiyle, fark edilme ve şöhret olma ihtirasıyla, beğenilme ve onaylanma motivasyonuyla gözünü karartmış insanlar, sınırsız ve kontrolsüz bir hürriyet buldukları bu mecrayı, insanı, aileyi ve cemiyeti ruhen çürütecek her türlü melanetin teşhir sahasına çevirdiler.
Sadece suratların değil her şeyin makyajlandığı ve sürekli ışıltılı hayat sunumları yapılan bu ortamda, reel ve sanal farklılığının idrakinde olmayanlar, mukayeseye dayalı mutsuzluklara ve umutsuzluklara gark oldular.
Dibindeki gerçek kişilerin, ailesinin, kardeşinin , anne babasının, nene dedesinin farkında olmayan, bunları muhatap almayan insanlar bir takım müstear isimlerle gayrı meşru hallere varan diyaloglara ehemmiyet atfettiler. Çünkü arada teknoloji vardı ve teknoloji medeniyet göstergesi, elitizm emaresiydi. Her daim “online” olmak , sürekli akan hayatın içinde olmak olarak telakki edildi ve 1 saat telefonundan uzak kalan sanki oksijen desteğinden mahrum bırakılmış ağır koah hastasının ızdırabını yaşamaya başladı.
Herkesin aynı kaynaktan beslendiği dünyada bütün erkek ve kadınlar birbirine benzemeye, tüketim tavırları, toplum ve aile telakkileri, eşya ve insan tasavvurları, din ve inanç yaşayışları aynileşmeye başladı.
Her şeyin vitrinel hale getirildiği bu yeni dünyada suret mükemmelliğinin kibir kaynaklı olduğu farkedilmiyor. Hiçbir gayret sarfetmese ve bedel ödemese de insan, en iyisini haketmiş olma beklenti ve şımarıklığından asla vaz geçmiyor.
Bilgiye ulaşım imkanlarının çokluğu herkesi ulemâ, muhakeme yeteneğinden en yoksununu bile ukalâ kıldı. Önü alınamıyor. Popüler olanın doğru, yaygın kabulün hakikat, modern olanın meşru, moda olanın mâkul ve makbul olan olduğu kabulleri adeta ictimâi bir saplantı halini almış durumda.
Tüketim kültürüne nesne kılınamayan (hasta, ihtiyar, fakir ya da batmış, israfı reddeden şuurlu müslüman) insanların tamamen hayatın dışına itilmiş olduğu; mezarlık, hastane, ibadethane gibi hazza yönelmede motivasyon bozucu gerçek hayat unsurlarının görmezden gelindiği; hastalık, ölüm ve tüm elem verici duyguların sadece sahibine yıkılarak sıralı bir yalnızlığı bekleme çaresizliğinin kabullenildiği bir değersizlikler cehennemi inşa ediyoruz. Yakıtı biziz.
Sadece 2000 öncesi Türkiye’nin değil dünyanın hali bile 2000 sonrası vaziyetiyle mukayese edilse , 19 yy’ın zihnî plandaki materyalizmini, fikren terk etmiş olsak bile fiilî olarak şimdi yaşamaya başladığımız söylenebilir. Pratik anlamda tamamen küfür nizamı üzereyiz. Kimi “O(c.c) yok ki bize bildirsin” diyor (atesitler), kimi “O(c.c.) var ama iş bize havale” diyor(deistler), kimi “O(c.c)nun 1.400 yıldır bir şey dediği yok, biz çözeceğiz” diyor (tarihselciler), kimi “O (c.c) bildirmiş ama hayat kabul etmiyor” diyor. Her kapı insanın mutlak kendi hakimiyetine ve kulluğu reddeden tuğyanına çıkıyor.
Zihninin bir tarafında gaz yağı ışığında ders çalıştığı, bir tarafında evlatlarının yapay zekaya ders yaptırdığı hallerin uçurumu; kendisi hayata siyah lastik ayakkabı ile başlamışken şimdi bilmem ne derisinden mamül ortopedik ayakkabılarla devam etme mesafesi olan bir 80’ler kuşağı müslümanı olarak neticeten şu şahitliğimi eda edeyim ki; eşyanın kendi varlığında meknûz kavânin-i tabiiye münkeşif olup bilim ve teknoloji ilerledikçe elindeki kudretle tanrılaştığı ve her şeye kadir ve hakim olduğu vehmine kapılan insan, ruhî çöküşün , intiharların, savaşların, katliamların, uyuşturucunun, alkolizmin, homoseksüellik/pedofoli noktalarının çok ötesinde artık tanımlanamama merhalelerine varmış cinsel sapkınlıkların önünü alamayacak ve geçmişe özlem duyacak. Ama aslında geçmişe değil, ruh ve beden bütünlüğüne, madde/mana dengesine, aşkın olana karşı mesuliyet ve kulluk bilincine hasret duyup hakimiyet iddia ettiği tabiatın yakasını bırakacak. Hayvanlar, bitkiler ve cansızlarla aynı hizaya geçerek tevazu giyinmeyi dileyecek ve Alemlerin Rabbinden af talep edecek. Ama ortada insan, hayvan, bitki ve hatta cansız alem bırakırsa. Çok geç olmadan temennisiyle. Vesselam.