Uluslararası ceza hukukunda son yılların en dikkat çekici gelişmelerinden biri, Türkiye’nin İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu hakkında “soykırım” ve “insanlığa karşı suçlar” suçlamalarıyla yakalama emri çıkarması oldu. Bu adım, politik zeminde yüksek tansiyon yarattığı gibi, hukuki açıdan da pratikte uygulaması zorlu bir dosyanın kapısını aralıyor. Zira uluslararası ceza hukuku, her ne kadar ağır suçlar bakımından devletlere geniş bir kovuşturma alanı tanısa da, pratiğin duvarları her zaman mevzuatın idealizmini izlemiyor.
Türkiye’nin verdiği bu kararın hukuki okumasını yapmak için önce tabloyu netleştirmek gerekir. Soykırım Sözleşmesi, Cenevre Sözleşmeleri, Roma Statüsü ve teamül hukuku; sivil nüfusa yönelik ağır ihlallerde soruşturma yetkisini yalnızca olayın gerçekleştiği devletle sınırlamaz. “Evrensel yargı yetkisi” olarak bilinen ilke; soykırım, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar bakımından her devlete, failler nerede olursa olsun soruşturma başlatabilme imkânı tanır. Bu yetki, modern uluslararası hukukun cezasızlığa karşı geliştirdiği en güçlü reflekslerden biridir. Ancak sorun, hukuki yetkinin fiilî uygulanabilirliği noktasında başlıyor. Devlet başkanlarının veya üst düzey hükümet yetkililerinin ceza sorumluluğu, uluslararası hukukun en tartışmalı alanlarından biri olmayı sürdürüyor. Görevdeki bir devlet başkanının başka bir devletin ceza yargılaması tarafından dokunulmaz kabul edilmesi gerektiğini savunan önemli bir görüş mevcut. Buna karşılık, ağır uluslararası suçlarda dokunulmazlıkların geçerli olmaması gerektiğini ileri süren bir diğer yaklaşım ise son yıllarda güç kazanıyor. Türkiye’nin attığı adım, bu ikinci çizgiye daha yakın duruyor.
Ancak uluslararası hukukta dokunulmazlığın ne zaman kalkacağı, hangi devletin yargılama yapabileceği ve yakalama emrinin sınır ötesinde nasıl icra edileceği gibi sorular, salt mevzuatla değil, devletlerarası siyasi dengelerle de şekilleniyor. Bu noktada açık konuşmak gerekirse, Türkiye’nin çıkardığı yakalama emrinin pratik etkisi sınırlı olabilir. Zira böyle bir kararın uygulanabilmesi, ilgili devletin —bu örnekte İsrail’in— işbirliği olmaksızın mümkün değildir. Üstelik Türkiye’nin taraf olmadığı Uluslararası Ceza Mahkemesi dahi, kendi kararlarının icrasında ciddi diplomatik engellerle karşılaşırken, ikili ilişkisi son derece gerilimli iki devlet arasında böyle bir işbirliğinin ihtimali oldukça düşüktür.
Bu durum, verilen kararın anlamsız olduğu anlamına gelmez. Aksine, hukukun sembolik alanı bile uluslararası siyasette ciddi etki yaratır. Bir devletin, başka bir devletin lideri hakkında soykırım iddiasıyla yargısal işlem başlatması; hem uluslararası kamuoyunda hem de bölgesel dengelerde güçlü bir mesaj niteliği taşır. Türkiye’nin bu adımı, Gazze’de yaşanan ağır insani tabloya karşı ; boyun eğmeyen ve tutarlı bir irade ortaya koyduğu şeklinde yorumlanabilir.
Ancak son tahlilde hukukun temel kaldıraç noktası, kararların icrası ve sürdürülebilirliğidir. Türkiye açısından bundan sonraki süreç; delillerin standartlara uygun toplanması, soruşturmanın uluslararası hukuka tam uyumlu yürütülmesi ve diplomatik kanallarda hukuki söylemin tutarlılıkla korunmasını gerektiriyor. Çünkü uluslararası ceza hukuku, yalnızca duygusal reflekslerle değil, titiz ve teknik bir yaklaşımı zorunlu kılan bir alandır.
Özetle, Türkiye’nin Netanyahu hakkında çıkardığı yakalama emri; hukuken mümkün, siyaseten cesur, fakat pratikte sınırlı etkiye sahip bir adımdır. Yine de dünya kamuoyuna verilen mesaj nettir: Devletler; uluslararası suçlar karşısında sessiz kalmama sorumluluğuna sahiptir.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Av. Merve Güldür
TÜRKİYE'NİN NETANYAHU HAKKINDAKİ YAKALAMA EMRİ
Uluslararası ceza hukukunda son yılların en dikkat çekici gelişmelerinden biri, Türkiye’nin İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu hakkında “soykırım” ve “insanlığa karşı suçlar” suçlamalarıyla yakalama emri çıkarması oldu. Bu adım, politik zeminde yüksek tansiyon yarattığı gibi, hukuki açıdan da pratikte uygulaması zorlu bir dosyanın kapısını aralıyor. Zira uluslararası ceza hukuku, her ne kadar ağır suçlar bakımından devletlere geniş bir kovuşturma alanı tanısa da, pratiğin duvarları her zaman mevzuatın idealizmini izlemiyor.
Türkiye’nin verdiği bu kararın hukuki okumasını yapmak için önce tabloyu netleştirmek gerekir. Soykırım Sözleşmesi, Cenevre Sözleşmeleri, Roma Statüsü ve teamül hukuku; sivil nüfusa yönelik ağır ihlallerde soruşturma yetkisini yalnızca olayın gerçekleştiği devletle sınırlamaz. “Evrensel yargı yetkisi” olarak bilinen ilke; soykırım, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar bakımından her devlete, failler nerede olursa olsun soruşturma başlatabilme imkânı tanır. Bu yetki, modern uluslararası hukukun cezasızlığa karşı geliştirdiği en güçlü reflekslerden biridir. Ancak sorun, hukuki yetkinin fiilî uygulanabilirliği noktasında başlıyor. Devlet başkanlarının veya üst düzey hükümet yetkililerinin ceza sorumluluğu, uluslararası hukukun en tartışmalı alanlarından biri olmayı sürdürüyor. Görevdeki bir devlet başkanının başka bir devletin ceza yargılaması tarafından dokunulmaz kabul edilmesi gerektiğini savunan önemli bir görüş mevcut. Buna karşılık, ağır uluslararası suçlarda dokunulmazlıkların geçerli olmaması gerektiğini ileri süren bir diğer yaklaşım ise son yıllarda güç kazanıyor. Türkiye’nin attığı adım, bu ikinci çizgiye daha yakın duruyor.
Ancak uluslararası hukukta dokunulmazlığın ne zaman kalkacağı, hangi devletin yargılama yapabileceği ve yakalama emrinin sınır ötesinde nasıl icra edileceği gibi sorular, salt mevzuatla değil, devletlerarası siyasi dengelerle de şekilleniyor. Bu noktada açık konuşmak gerekirse, Türkiye’nin çıkardığı yakalama emrinin pratik etkisi sınırlı olabilir. Zira böyle bir kararın uygulanabilmesi, ilgili devletin —bu örnekte İsrail’in— işbirliği olmaksızın mümkün değildir. Üstelik Türkiye’nin taraf olmadığı Uluslararası Ceza Mahkemesi dahi, kendi kararlarının icrasında ciddi diplomatik engellerle karşılaşırken, ikili ilişkisi son derece gerilimli iki devlet arasında böyle bir işbirliğinin ihtimali oldukça düşüktür.
Bu durum, verilen kararın anlamsız olduğu anlamına gelmez. Aksine, hukukun sembolik alanı bile uluslararası siyasette ciddi etki yaratır. Bir devletin, başka bir devletin lideri hakkında soykırım iddiasıyla yargısal işlem başlatması; hem uluslararası kamuoyunda hem de bölgesel dengelerde güçlü bir mesaj niteliği taşır. Türkiye’nin bu adımı, Gazze’de yaşanan ağır insani tabloya karşı ; boyun eğmeyen ve tutarlı bir irade ortaya koyduğu şeklinde yorumlanabilir.
Ancak son tahlilde hukukun temel kaldıraç noktası, kararların icrası ve sürdürülebilirliğidir. Türkiye açısından bundan sonraki süreç; delillerin standartlara uygun toplanması, soruşturmanın uluslararası hukuka tam uyumlu yürütülmesi ve diplomatik kanallarda hukuki söylemin tutarlılıkla korunmasını gerektiriyor. Çünkü uluslararası ceza hukuku, yalnızca duygusal reflekslerle değil, titiz ve teknik bir yaklaşımı zorunlu kılan bir alandır.
Özetle, Türkiye’nin Netanyahu hakkında çıkardığı yakalama emri; hukuken mümkün, siyaseten cesur, fakat pratikte sınırlı etkiye sahip bir adımdır. Yine de dünya kamuoyuna verilen mesaj nettir: Devletler; uluslararası suçlar karşısında sessiz kalmama sorumluluğuna sahiptir.